1990'ların başlarında, kadın çalışmaları araştırma merkezleri, anabilim dalları ve yüksek lisans programları kurulur, feminist eleştiri sosyal bilimlerin gündelik pratiği içine girerken - yani üniversitede feminizmin yeni aşaması oluşurken- bu sürecin Türkiye'nin gündemindeki başka bir süreç ile eklemlendiği görüldü.
Din ile devletin ezeli siyasi çatışmasının kadınların yaşam tarzları üzerinden devam eden biçimi yeni bir döneme giriyordu; şeriatçılık ile mücadele eden laikci güçler üniversite mekanlarında yeni bir savaşa tutuştular. "Kadınların başını açarak mı kapatarak mı okutalım " tartışması üniversitenin birçok birimini laiklik ya da şeriat ikilemi içinde tavır almaya zorladı.
Bu bağlamda üniversitelerdeki İslamcı yükselişe karşı, kadınların laikliği desteklecek faaliyetleri önemli olmaya başladı.
Din ve kadın üzerine araştırmalar yapılmaya başlandı; kadın haklarını daha iyi savunacak araçların geliştirilmesine destek verildi.
Bu durum, üniversitede kadın çalışmaları alanının olağandan daha popüler hale gelmesine, 'aktivite' sayısının ve alanlarının hızla artmasına yol açtı.
Bu döneme kadar üniversitede mevcut kadın çalışmaları alanının kurucu paradigması kadınların erkeklerle eşit haklara sahip vatandaşlar haline gelmesini savunan bir tür modernleşmeci bakış açısı idi.
Bunun daha radikal, liberal veya muhafazakar versiyonları olmakla birlikte, ortaklık 'kadınların gelişmesi'ne yapılan vurgu üzerinden bütün 'modern' talepleri kucaklıyordu ve dönemin egemen feminizm anlayışıyla çok önemli farklar taşımıyordu.
1980'lerin feministleri bu paradigmanın ürünü son kuşaktı ve aynı zamanda 1960 ve 70'lerin sol politikasının da 'mutsuz kaçakları' idiler.
Modern kadınlar ve feminist kadınlar
1990'larda modernleşmeci paradigmayı basitçe laiklik ile özdeşleştiren ve bunu da kadınların başını açma / kapama savaşına endeksleyen vülger ve şekilci modernlik politikasının ortaya çıkışı bu uyumun temellerini büyük ölçüde sarstı.
Laikçilik ve İslamcılık arasındaki tartışma kadınları siyasal tartışmaların etkin 'enstrumanlar'ı haline yeniden getiren bir gündeme dönüştü. Öte yandan, aynı dönemde sokaktan kapalı alanlara doğru çekilme eğilimi gösteren feminist hareket de üniversite içinde kendine yaşam alanı arıyordu.
1960'ların 'gelişmeci' modernleşme anlayışı üzerinde kurulmuş siyasal ittifakı feministler ile modernistlerin üniversitede kadın çalışmaları alanında bir arada yaşamalarını olanaklı kılıyordu.
Kısacası, üniversitede yeni bir oluşum olarak kadın çalışmaları alanının canlanmasına olanak tanıyan siyasal gelişmeler üniversite dışından iki farklı kaynaktan besleniyordu:
Laiklik savunusuna yönelen modernist kadınlar ve feminist hareketin erkek egemenliğine yönelttiği eleştirelliğin entelektüel arayışı peşindeki feminist kadınlar.
Üniversitede kadın çalışmaları alanında bir araya gelen ve o güne kadar modernlik ortak kesitinde politik olarak içiçe yaşayan bu iki farklı anlayış, 1990'ların sonlarına doğru, büyük ölçüde akademik bakış farkları nedeniyle birbirinden mesafelenmeye başladılar.
Geleneksellik - modernleşme ikilemi
Modernleşmeci kadın çalışmaları, araştırma sorularını kadınların düşük okullaşma nedenleri, ücretli çalışmayı engelleyen etkenler, dinin tahakkümü, çok karılılık, çok çocuk doğurma, boşanma eğiliminde artış, gelenek ve törenin baskısı gibi konular etrafında kuruyordu.
Kadınların sorunlarını tartışmak ve anlamak için sunulan kuramsal ve metodolojik çerçeve geleneksellik-modernleşme ikilemi içinde ifade ediliyordu: kırsal kadın / kentli kadın, imam nikahı / resmi nikah, görücü usulü evlenmek / eşini kendi seçmek, az çocuk doğurmak / çok çocuk doğurmak, çalışmak / evde oturmak gibi ikilemler kadınların yaşam döngüleri ve risk alanları hakkındaki araştırma çerçevesini oluşturuyordu.
Bu çerçeve, kadınların sorunları hakkında çok kapsamlı bilgiler elde etmemize olanak sağlamakla birlikte, erkek egemenliğini bir bütün olarak anlamak için çok az yardımcı oluyordu.
Modernleşmenin eril içeriğini keşfetme
Özellikle de, laik, Batıcı zihniyet içindeki erkek egemenliğini besleyen öğeleri eleştirel gözle ortaya çıkarmayı olanaksız kılıyordu. Tersine, eğitimli, kocasına aşık olup evlenmiş, çalışıp para kazanan, tek çocuklu, kentte yaşayan kadınların zaman zaman bütün bunlara sahip olmayan kadınlar kadar güçsüz olabildiğine dair saptamalar bu dönemde tartışılmaya başlanmıştı.
Bu tür kadınlar hastalık, boşanma, dulluk, yaşlılık, aile içi şiddet gibi risklerle karşılaştıklarında hiçbir toplumsal / kurumsal destek alamadıkları için, geleneksel toplumsal ağlar içinde yaşayan kadınlara oranla zaman zaman daha güvencesiz ve güçsüz olabiliyorlardı.
Bu nokta zaten feminizmin ortaya çıkış koşullarını, destek alanını oluşturuyordu ve neden kent kökenli bir siyasal hareket olduğunu açıklıyordu.
Kısacası, modernleşmeci paradigma kadınların modernleşme kriterlerine uygun fırsatları yakaladıkları halde neden hala eşit ve özgür bireyler olamadıklarını açıklamaya yetmiyordu.
Bunu açıklayabilmek için aileyi, evliliği, piyasayı, devleti erilliğin egemenliği ile ilişkilendiren bir kuramsal çerçeve gerekliydi.
Bu durum, feminist tartışmalar içinde geliştirilmeye çalışılan perspektifi gerekli ve dahası popüler kılmaya başladı. Böylece, kadın çalışmaları alanındaki tartışmalar 1990'ların sonundan itibaren 'eksik modernleşme' sorunlarından modernleşmenin eril içeriğini keşfe doğru kaydı.
Üniversitenin krizi ve kadın hareketi ile yakın ilişki
Akademik feminizmin başarılı olduğu ülkelerde, bu başarının üniversite içindeki eleştirel bilim anlayışından gelen destekle ilişkili olduğunu biliyoruz.
Bu nedenle, akademik feminizmin üniversiteye taşıyacağı yenilenme, dönüp bütün her şeye yeni baştan bakma ve tartışma dışı kalacak hiçbir 'kutsal' alan bırakmamaya dayalı radikalizminin gücü, üniversite içindeki eleştirelliğin gücüne çok paralel bir gelişim gösterme eğilimindedir.
Türkiye'de bu açıdan ters bir gelişim süreci yaşandığını söylemek olanaklıdır. Akademik feminizmin kendi eleştirelliğini üniversiteye taşıma süreci olan 1980'lerin sonu ve 1990'ların başında, 12 Eylül döneminin etkilerinin üniversitelerde hala devam ettiği bir kriz dönemi söz konusudur.
Militarizme yenilmiş bir üniversite kendi akademik güçlerine kuşkuyla bakmakta ve kendini yenileme gücüne güven duymamaktadır. Üstelik, bu süreçte yeni kurulan üniversitelerin varlığı bir güçlenme olarak değil, bir tür 'taşralaşma' olarak algılanmaktadır.
Buna ek olarak, bilginin 'metalaşması'na yönelik özelleşme, piyasalaşma, parasallaşma gibi Akademi'nin klasik geleneklerine aykırı politikaların üniversiteye giriyor olması ile zaten güçsüz olan 'eleştirel gelenek' kendini tümden yenilmiş ve güçsüzleşmiş hissetmeye başlamıştır.
Türkiye'de eleştirel düşüncenin bu krizi ile üniversitenin krizi büyük ölçüde aynı süreç olarak yaşanmıştır. Bu süreçte, kendi eleştirelliğini üniversiteye taşımaya çalışan feminizm, dünyadaki başarılı örneklerinden farklı olarak, büyük ölçüde eleştirel düşüncenin akademideki desteğinden mahrum kalmıştır.
Bu durum, feminist eleştirinin sosyal bilimler içinde etkili olma sınırlarını daraltmış, 'toplumsal eleştiri'nin önemli bir bileşeni haline gelmesini engellemiştir.
Ama öte yandan da bu durumun üniversitedeki erkek entelektüellerin olası 'ukalalık'larını engellediği; her şeye bir tür boşvermişlik ile seyretme halleri sayesinde, olası 'gerilimler'i ortadan kaldırdığı da söylenebilir.
Olumlu etkiler
Akademik feminizmin üniversitenin eleştirel geleneğinden kopan gelişiminin olumsuzluğunun etkileri ile 1990'ların ortalarından itibaren kadın hareketinden gelen olumlu etkiler aynı dönemde üstüste çakışmıştır.
90'ların sonundan itibaren ise, kadın hareketi ile akademik feminizmin kurduğu yakın ilişkinin yanı sıra uluslararası kadın hareketinin yükselen ve Türkiye'yi de içine alan gelişim trendi de tarihsel bağlamı etkileyen faktörler olarak dikkate değer hale geliyor.
Kadın Çalışmaları'nın bir akademik alan olarak oluşumunun başlangıcındaki radikal ve feminist etki, yani kendisini kadınların 'sessiz ve gölgede kalmış yaşamları'nın bilimini yapma iddiası ile tanımlayışı, kadınların politik eylemlilikleri ile akademik feminizmi her zaman yakın ilişkiye zorlamıştır.
Kadınların yaşamlarını değiştirmek için yaptıkları şeyler aslında akademik feminizmin araştırma alanını oluşturur.
Akademik feminizmin epistemolojik olarak pozitivist-nesnelci ekolün dışında kalmaya ve susturulup bastırılmışların yaşam deneyimlerini anlamaya yönelik yöntem arayışı bunu besleyen temel kaynaktır.
Feminist araştırmacılar hep sıradan kadınların yaşamalarını kaydetme, gözleme ve tartışma ile oluşturmaya çalıştıkları bilgi alanı ile kurucu bir özelliğe sahip olmuşlardır.
Bu durum, akademideki feminist araştırmacılarla kadın hareketinin ve kadınları güçlendirmeyi amaçlayan feminist aktivistlerin yakın ilişkisini kolaylaştırmış ve bunun akademik çalışmayı besleyen önemli bir kaynak olarak tanımlamasına yol açmıştır.
Feminist eylem ile akademik feminizmin bu ilişkisi kadın çalışmaları alanında verilen akademik eğitimi aynı zamanda bir politik eylem olarak tartışmaya sokar.
Türkiye'de kadın hareketi ile akademik feminizmin ilişkisine baktığımızda bunun yaygın olmayıp, bazı noktalarda yoğunlaştığını, fakat etkileme gücünün çok yüksek olduğunu söyleyebiliriz.
Kadın aydınlanması
Türkiye'nin hemen her yerindeki kadın örgütleri, girişimleri veya grupları mutlaka bir üniversitenin feminist akademisyenleri ile kalıcı bir ilişkiye sahiptir.
Eğitim projeleri, örgütlenme destekleri, finansal kaynaklara ulaşmada rehberlik gibi birlikte çalışma deneyimlerinin yanı sıra, politik talep oluşturmak için tartışma toplantıları ve kurultaylar düzenlemeye kadar giden çeşitlilik içeren bu ilişkilerin niteliği başlı başına bir araştırma alanı oluşturuyor.
Son on yılda yoğunlaşan bu ilişkilerin izlerini sendikalarda, siyasi partilerin kadın kollarında, kadın derneklerinin ortak taleplerinde görmek olanaklı.
Bir tür 'kadın aydınlanması' olarak da tanımlanabilecek bu durumun değişik formlar içerdiği görülüyor. Son derece hiyerarşik biçimde kurulan ilişkiler içinde ezilen kadınları 'kurtarma' operasyonu olarak yaşananlardan, bütün iktidar ilişkilerini dışlamaya çalışan radikal form arayışlarına kadar değişik biçimleri de bu deneyimler içinde bulmak olası.
Akademik feminizm ile kadınların yaşamlarını değiştirme siyaseti arasındaki bu ilişki birçok olumlu meyveler veriyor.
Kadın hareketinin son on yıldır bu ilişkiler içinde yürüttüğü tartışmalar sayesinde kadınların somut taleplerini içeren canlı bir siyasal gündem oluşmuş durumda. Bu gündemin ilk sıralarında aile içi şiddete karşı koruma, yasaların cinsiyet ayrımcılığına karşı ve cinsiyet duyarlığı içeren biçimde değiştirilmesi, siyasal temsil için kota gibi taleplerin olması tesadüf değildir.
Aile içi şiddetin değişik boyutlarının anlaşılması için bu alandaki araştırma tanımının tamamen değiştirilerek, şiddetin en gizli ve üzerinde konuşulamaz olduğu düşünülen noktalarda bile artık görünür hale getirilmesi, bu meyvelerin en hoşlarından biridir.
Bu gelişimin arkasında feminizmin akademiden taşıdığı bilimsel olanaklar ile cinsel şiddete karşı mücadele eden ve sığınma evlerini ayakta tutmaya çalışan feminist hareket deneyiminin bütünleşmesi vardır.
Uluslar arası ilişki ağı
Üniversitede kadın çalışmaları alanının güçlenmesi sürecini etkileyen bir başka önemli faktör de uluslararası alanda önemli ilişkiler ağına sahip hale gelen kadın örgütlerinin oluşturduğu tartışma ve deneyim alışverişi alanına Türkiye'de hem kadın hareketinin hem de üniversitede kadın çalışmaları ile uğraşanların ulaşma istek ve becerisidir.
Uluslararası düzeyde kadın örgütlenmelerinin son yirmi yılda büyük bir güce ulaştığını, hatta sermaye hareketleri bir yana bırakıldığında, uluslararası düzeyde örgütlenmeyi becerebilen tek güç olduğunu söyleyebiliriz.
Bu durum, kadın çalışmaları alanındaki bilgi ve tartışmaların dünyanın çeşitli yerlerine ulaşma hızının çok arttırdığı ve artık Asyalı, Afrikalı ya da Güney Amerikalı feminist akademisyenlerin gündemlerinin çok geniş bir ortaklaşma alanına kavuştuğu gerçeğine işaret etmektedir.
Türkiye'de kadın çalışmalarının bu ilişkilere nasıl ve ne kadar girdiğine baktığımızda çok parlak gelişmelere tanık olduğumuzu söyleyemeyiz.
Türkiye'nin hala çok içe dönük ve kendiyle uğraşan kapalı politik / kültürel zihniyetinin bir devamı olarak kadın çalışmaları alanı da, değil uluslararası alanda, hala ulusal düzeyde bile bir ilişkiler / tartışmalar alanı oluşturabilmiş değil.
'Küçük ve benim olan' feminist çalışma alanlarının hala popülerliğini sürdürdüğü; birlikte oluşturulacak tartışma alanlarından uzak durulduğu ve uluslararası ilişkilerin kişisel becerilerle yürütülme düzeyinden öteye geçmediği bir yapılanmanın varlığı görülüyor.
Bu durum, kaçınılmaz olarak, uluslararası ilişkilere bir üstünlük ve rant alanı oluşturma olanağı olarak bakan 'elitist'lere de kapı aralamış oluyor. Türkiye'nin temel takıntılarından olan 'uluslararası düzeyde tanıtım sorunu'nu bu kez 'feminist temsil' şeklinde yorumlayacak vitrin yıldızları yaratma eğilimi de çok yabana atılabilecekmiş gibi görünmüyor.
Oysa bu alanda elitizme değil, tersine, kadın çalışmaları alanının genç akademisyenleri ve öğrencileri ile başka ülkelerin deneyimlerine açılması ve içiçe geçmesi ile gelişecek dinamiklerden öğrenecek çok şey var.
Oysa ki, ulusal düzeyde oluşması gereken tartışmaları önemsemeden uluslararası olmaya çalışma da bence başka bir sorun alanı haline geliyor.
Bugünün meselesi: Marjinalleşme ya da sosyal bilimlerde yenilenme
Akademi ile feminizmin birleşmesi ile ortaya çıkan 'entegrasyon' ve 'asimilasyon' sürecinin Türkiye'ye özgü gelişiminin bugün geldiği noktaya bakarsak, kadın çalışmalarının klasik sosyal bilim disiplinleri içinde sadece yeni bir alt-alan olarak kabullenilmeye devam edildiğini görürüz.
Türkiye'nin saygın üniversite çevrelerinde ve sosyal bilimcileri nezdinde genel kabul gören anlayışa göre kadın çalışmaları, kendine özgü bir alanı ve çalışma konusu ile üniversitede yeni bir alt-alan ve hatta bağımsız bir akademik alana sahip olabilir; alanın bilgisi ayrı başlıklar altında, bilimsel çalışmalar içinde gösterilebilir, tanımlanabilir ve meşru olarak algılanabilir.
Yapılması gereken, onun alanına karışmamak, onu kendi başına bırakmak ve sosyal bilimlerin geri kalanının ise işe kaldığı yerden devam etmesidir.
Sosyal bilimlerin temel alanları - siyaset bilimi, sosyoloji, psikoloji, felsefe, antropoloji gibi alanlar kendi içlerinde -kadın ve iktidar, kadın ve aile, kadın ve depresyon gibi- araştırma konuları geliştirebilir.
Bunun dışında kalan ve bu alanla uğraşmak istemeyen sosyal bilimcilerin yapacağı bir şey yoktur; onlar bildikleri kavramlarla ve yöntemlerle inceledikleri toplumsallık alanı, sanki hiç cinsiyetlenerek farklılaşmaya uğramamış gibi, bu konulardan hiç bahsetmeden yollarına devam edebilirler.
Dahası, çoğu erkek olan bu saygın akademisyenler toplumsal cinsiyet ilişkileri ile ilgili bilimsel tartışmalara kendilerinin katılmasını bu alanda çalışan kadın akademisyenlere saygısızlık, akademik etiğe aykırı bir davranış olarak bile görebiliyorlar.
Kadın Çalışmaları alanının uzmanları bir ulusal ya da uluslararası konferansın yine kadın çalışmaları başlıklı özel oturumlarına araştırmalarını anlatmak üzere çağrılabilir; hatta kadın başlıklı oturumları olmayan akademik kongreler moda dışı bile sayılabilir.
Akademik bir derlemenin bir ya da birkaç bölümü kadın konusundaki yazılara ayrılabilir; hatta bir akademik çalışmanın 'çağdaş bilim' anlayışına uygun olması için asgari bir tane 'kadın konulu çalışma' içermesi bile gerekebilir.
Ama Akademi'nin saygın sosyal bilimcileri ellerini hiçbir zaman toplumsal cinsiyet araştırmalarına bulaştırmazlar; bu alanın bilgilerini öğrenmez ve eleştirmezler; hatta bu alandaki akademik tartışmaları, dinleyici olarak bile, izlemezler.
Böylece, kadın çalışmaları kendi alanında 'özgür' ve 'bağımsız' çalışma olanaklarına kavuşur. Sosyal bilimlerin büyük isimleri ise hem kadın çalışmaları gibi 'light' işlerle uğraşmamış, hem de 'demokrat' ve 'özgürlükçü' bilim anlayışlarının bir göstergesi olarak kadın çalışmaları alanına saygıda kusur etmemiş olurlar.
Kendin söyle, kendin dinle
Kadın çalışmaları alanının üniversitedeki 'küçük ama benim' haline gelen özerk alanına sıkışan akademik çabaları, böylece, bir tür 'kendin söyle kendin dinle' haline dönüşüyor.
Bu serbest ve özgür bırakılma hali ortada dururken, kadın çalışmaları alanına yönelik sosyal bilimcilerin geliştirdikleri meşrulaştırıcı ama dışarıda tutan ve soğuk tavrı eleştirmek oldukça güçleşiyor.
Karışmama ve kendi ayakları üzerinde durarak kendini ispat etmeye davet etme gibi, akademik olarak gayet 'değerli' davranışlarla karşılaştığı noktada kadın çalışmaları alanının yaşadığı ise tam bir 'marjinalleşme'dir.
Kadın çalışmaları kendine tanınan 'korunmalı', 'özerk' alanda istediğini yapmaktadır; demek ki yaptığı iş ancak bu kadar ilgi çekmektedir. Öyleyse bu marjinalleşmeden sosyal bilimler değil, kendi akademik ilgi alanlarına dikkat çekemeyen alanın akademisyenleri sorumludur.
Kadın çalışmaları ile sosyal bilimlerin etkileşimi
Sonuç olarak, kadın çalışmaları alanının sosyal bilimlere sunduğu eleştirel yaklaşım olanağı görmezden gelinmekte ve üniversitenin geri kalanının ne yaptığı eleştiri dışı kalmaktadır.
Bu 'bilimsel körlük'ün aşılabilmesi için kadın çalışmaları alanı ile sosyal bilimlerin klasik alanları arasındaki akademik etkileşimin artırılmasına özel çaba harcanması gereği ortadadır.
Bu yeni etkileşim süreci, önümüzdeki dönemde, hem kadın çalışmaları alanının üniversitedeki konumunu güçlendirebilir, hem de sosyal bilimlerin son dönemlerde içine düştüğü kısır döngülerin aşılabileceği umudunu sosyal bilimcilere verebilir.
Türkiye'de akademik feminizmin, üniversiteye sunduğu yenilenme olanakları ve sosyal bilimler alanındaki değişim talepleri ile yeni bir dinamizmin olanaklarını taşıdığı ve giderek daha etkili olabileceği bir konuma doğru gittiği bence açık bir gerçekliktir.
Alanın üniversite içindeki marjinal konumu, kendi tartışma sorularını sosyal bilimler alanına henüz benimsetememiş oluşu, araştırma ve kadro olanaklarının sınırlılığı, ulusal bir iletişim / tartışma ağına sahip olamayışı gibi sorunlarının varlığı ile bunalmış olsa da, gelişme kapasitesine sahip ender bilimsel alanlardan biri olma özelliğini hala sürdürüyor ve öyle görünüyor ki yakın gelecekte de bu iddia sürecek. (SS/FK)
* Prof. Dr. Serpil Sancar'ın " Üniversitede Feminizm? Bağlam, Gündem ve Olanaklar*" başlıklı makalesi Toplum ve Bilim Dergisinin 97. 2003 Güz sayısında ( Homo Akedemikus Alla Turka) yayımlandı. Bianet makaleyi üç bölüm halinde veriyor. Yazının dipnotları ve kaynakçasıyla birlikte tamamı için tıklayınız .