Türkiye'de kadın çalışmaları alanının akademik disiplinler içinde bir çalışma alanı olarak ortaya çıkışı 1970'lerde gerçekleşmiştir.
Kendi uzmanlık alanlarında kadınların sorunlarıyla ilgilenmeye başlayan 'öncü' denebilecek kadın akademisyen kuşağının yaptıkları çalışmalarla bu dönem boyunca beslenen kadın çalışmaları, klasik sosyal bilim disiplinleri içinde birer alt-alan olarak tanımlanabilecek bir konuma geldi.
Daha doğrusu, klasik disiplinler içinde yeni bir eğitim ve araştırma konusu olarak, mevcut disipliner ayrıma paralel bir gelişim oluştu; 'aile ve kadın', 'hukuk ve kadın', 'siyaset ve kadın', 'devlet ve kadın', 'işgücü ve kadın' tipi temalanan bir çalışma alanları ve 'konu'lar bileşimi haline geldi.
Bu 'kurucu dönem' bence bir tür kendiliğinden ve zorunlu bir aşama olarak yaşandı ve kendinden sonra gelen çalışmaları besleyecek çok zengin bir bilgi birikimi sağladı.
Gerçekleşen şey, klasik sosyal bilimler kavramalarının öncelikle kadınların yaşam deneyimlerini içerecek biçimde yeniden tanımlanması olmuştur. Örneğin sosyal rol kavramı cinsiyete dayalı rol kavramını beslemiş, işbölümü kavramı cinsiyete dayalı işbölümü kavramının kullanımını kolaylaştırmıştır.
80'lerde ikinci kuşak
Bu kuşağın, alanı sessizce ikinci kuşağa bıraktığı 1980'li yılların sonlarında ise yükselen feminist hareketin politik bakışının ve epistemolojik eleştirisinin önemli bir odak noktası oluşturduğunu ve mevcut durumu eleştirmeye başladığını görüyoruz.
Üniversitede feminizmin olanaklı olup olamayacağı tartışması yoğun olarak bu noktadan sonra başlamıştır.
İkinci dönem olarak nitelenebilecek bu dönemde üniversitede kadın çalışmaları alanı yeni idari ve hukuki boyutlar kazanmıştır.
Lisans ve lisans üstü eğitiminin klasik dersleri içinde kadın sorunlarını anlatmanın yanısıra, doğrudan kadın ve toplumsal cinsiyetle ilgili dersler programlarda görünmeye bu dönemde başladı.
Feminist kuramsal eleştiri giderek görünürleşti ve kuramsal temeldeki eğitimin 'prestij' düzeylerine tırmanmaya başladı.
Dönemin özelliği sadece kadın çalışmaları alnında yüksek lisans programlarının oluşumu değildi; araştırma merkezleri ve kadınların yazılarını derleyen kütüphane gibi özgün kurumlar ile geniş bir yelpazeye yayılan faaliyet alanları ortaya çıktı.
Bu yüksek lisans programları fakülteler içindeki bir klasik disipline bağlı olarak değil, 'disiplinlerarası bilim dalı' tanımı ile sosyal bilimler alanındaki lisans üstü eğitimleri düzenleyen enstitülere bağlı olarak kuruldu.
Akademik feminizmin epistemolojik hayali: Disiplinlerarasılık
Kadın Çalışmaları alanında iki kuşak ve iki farklı yaklaşımdan bahsederken bunların dönemler ve gruplar olarak ayrıştığı gibi bir yorumda bulunmak istemiyorum.
İlk kuşağın üniversite içinde açtığı kürsüler onların yerine gelenlerce devam ettirildi ve geliştirildi. Bu gelişme de disipliner alanlardan daha çok- disiplinli, disiplinler- üstü veya disiplinlerarası denen araştırma anlayışına doğru bir gelişme oldu.
Bu iki yaklaşımın birbirini red etme değil, bir tür genişleyip 'aşma' niteliği taşıdığını düşünüyorum. Daha doğrusu, karşılıklı bir besleme, olmazsa olmaz bir birlikte yaşama söz konusu.
Açıktır ki disiplinlerarasılık kavramının akademik feminizm için özel ve politik bir önemi vardır.
Akademik feminizmin kendini disiplinlerarası bir alan olarak tanımlaması, klasik disiplinler içinde, onların kavramsal ve metodolojik araçlarını kullanarak yapılan çalışmaları yanlış, gereksiz ya da çarpık kılmaz; akademik feminizmin bunun ötesinde bir amaç ile disiplinlerarası bir alan kurma iddiası vardır.
Disiplinlerarası olma iddiası, bir tek disiplin içinde kalmayı reddetme, bilginin parçalanıp ayrılarak ayrı ayrı kompartımanlara sokulmasına karşı çıkarak daha bütüncül bir bilgi olabileceğini göstermeye çalışmak anlamına geliyor.
Toplumsal cinsiyet temel faktörlerden biri
Yani, disiplinlerarasılık epistemolojik bir tercihtir; toplumsallığın parçalanamaz bütünselliğine gönderme yapar ve feminizmin temel bir iddiası olan- toplumsal cinsiyetin, toplumsal olguların kurucu ve anlamlandırıcı temel faktörlerden biri olduğu iddiasına dayanır.
Diğer deyişle, toplumsallık denen alan cinsiyete dayalı ilişkiler tarafından baştan başa yeniden ve yeniden kurulur; bunun dışında, cinsiyetlendirilmiş -eril/dişil dikotomisi ile iktidar-sız-landırılmış olmayan bir alan yoktur.
Dolayısıyla, sosyal bilimlerin bütün disiplinleri kendi kavram ve yönteme dair araçlarını bu gözlükten bakarak yeniden ve yeniden test etmeli ve toplumsallığı, baştan sona cinsiyetlendirilmiş bir kurgu olarak -baştan sona sınıflara ayrıştırılmış bir kurgu olduğu gibi- yeniden kavramayı denemelidirler.
Akademik feminizmin bu iddiası klasik disiplinler altında yapılan kadın çalışmalarını yanlış veya gereksiz değil ama yetersiz bulur; çünkü yapılması gereken, bütün sosyal bilimler alanını baştan sona katetmek ve yeniden yorumlamaktır.
Bu nedenle de artık hiçbir sosyal bilimci "ben toplumsal cinsiyet kategorisi ile ilgilenmiyorum" diyemez; tersine, artık "ben sınıfsal farkları dikkate almıyorum" demenin sosyal bilimciler açısından bir değeri olmadığı gibi- çünkü o zaman eksik bir analiz yapıyor demektir- 'cinsiyetlenmiş toplumsallık' diyebileceğimiz gerçekliği de dikkate almadan yapılan analizin en azından 'eksik' olma eleştirisi ile karşılaşması, açıklayıcı gücünün zayıflığı ve değersizliği söz konusudur.
Görünmezi görünür kılma
Disiplinlerarasılık, bir epistemolojik bakış olarak, kadınlarla ilgili birçok görünmezi görünür kılma olanağı sunmaktadır.
Modern düşüncenin aile-toplum, gündelik yaşam-siyasal alan ya da özel yaşam-kamusal alan olarak parçaladığı toplumsallık, aslında klasik disipliner bölünmelere de tekabül eder.
Bu durum, kadınların yaşamı söz konusu olduğunda, örneğin kadın emeğinin niteliğini araştırıyorsak ciddi sorunlar yaratır. Kadın emeği deyince eğer sadece ücretli çalışmayı, ya da gelir getirici ekonomik bir faaliyette bulunmayı anlıyorsak ekonomi disiplini içinde kadın emeği ile uğraşabiliriz.
Oysa ki kadın emeğinin en önemli türü eviçinde yapılan karşılıksız / ücretsiz çalışmadır ve eviçi, piyasanın, kamusallığın dışında tanımlandığından ekonomi disiplininin sınırlarından çıkıp sosyoloji disiplininin sınırlarına girer.
Bu kadarla kalmaz; kadının ücretsiz emeğini örgütlemede kullanılan evlilik, bekaret, doğurganlık gibi cinsiyet odaklı ilişkilerin neden tek taraflı iktidar ilişkileri olarak işlediğini anlamak için hukuk ve siyaset disiplinlerinin alanlarına girip analiz yapmanız gerekir.
Yani, kısacası, kadınlar söz konusu olduğunda birçok temel toplumsal ilişkinin nasıl işlediğini anlamak için klasik disipliner ayrımlar yetersiz, hatta engelleyici hale gelir ve örneğin kadın emeği gibi bir konuyu bütün olarak inceleme olanağınız ortadan kalkar.
Sürekli bir akademik disiplinin sınırından çıkıp ötekine girmek ve tekrar bir başkasına doğru hareket etmek zorundasınızdır.
Kadınların cinsiyet temelli insan hakkı
Kadın çalışmaları açısından disiplinlerarasılığın önemini göstermek için bir diğer örneği insan hakları kavramı üzerinden verebiliriz.
İnsan hakları kavramı bireylerin temel haklarının devlet tarafından ihlal edilmesi karşısında geliştirilmiş bir kavramdır; bedenin, kişisel yaşam alanının, düşüncenin dokunulmazlığı ve kişinin emeğine karşılıksız elkoyamama gibi ilkeleri içerir.
Devlet ve bireyler arasındaki ilişkilerde insan hakları kavramının temel oluşturduğu normların korunması esastır ve bu alanın bilgisi hukuk ve siyaset bilimi disiplinleri çerçevesinde ele alınır.
Oysa, kadınların temel sorun alanlarından biri olan aile içindeki şiddet ilişkileri üzerine bir araştırma yaparken bu alanın hem hukuk hem de siyaset bilimi tarafından insan hakları kavramı çerçevesinde hak ihlalleri alanı içinde görülmediğini farkedersiniz.
Evlilik, özel hukuk çerçevesinde karşılıklı 'rıza'ya dayalı bir anlaşma olduğundan 'kamu' tanımı ve dolayısıyla 'siyasal düzenleme' dışında kalır ve 'hak' kavramı ile tartışılamaz bir alan haline gelir.
Yani, bütün dünyada en yaygın cinsiyet temelli iktidar mekanizması olan aile içi / cinsiyet temelli şiddet, uzun süre, sadece psikolojinin 'davranış bozuklukları' gibi bir alanına hapsedilmiş ve 'görünmez' nitelikteki cinsiyete dayalı toplumsal olgulardan biri olarak varlığını sürdürmüştür.
Kadınların da cinsiyet temelli insan hakları ihlallerine maruz kaldıkları gerçeği, hukuk, siyaset bilimi, sosyoloji ve psikoloji alanlarını sorgulayan disiplinlerarası feminist çalışmaların ısrarlı çabalarının ortaya çıkışı ile tanımlanabilir, araştırılabilir ve çözümlenebilir hale gelmiştir.
Ciddi öneriler ve deneyimler var mı?
"Bu kadar büyük bir iddia ile ortaya çıkıldığında, bu disiplinlerarasılığın nasıl gerçekleştirilebileceği üzerine ciddi önerilere ve deneyimlere sahip olmak gerekmez mi?" türü bir soruya verilecek kapsamlı yanıtlar olabilir.
Her şeyden önce bu iddia, her bir disiplin içinde / altında geliştirilmiş olan bilginin birbirine eklenmesi ve birlikte ele alınması çabasını aşan bir çalışmayı gerektirir.
Bu tür alan bilgileri her bir disiplinin kendine özgü kavramsal çerçevesi ve araştırma yöntemi ile elde edilmiş bilgidir. Dolayısıyla, epistemolojik açıdan birbiriyle çelişen bilgiler sanki aynı tür bilgilermiş gibi yan yana getirilme tehlikesiyle karşı karşıyadır.
Disiplinlerarasılık kendine özgü araştırma soruları, kavram setleri, metodolojiler ve dahası epistemolojik bir tanım gerektiren bir alan olarak tartışılmaya başlanmıştır. Farklı disiplinler içinde eğitilmiş akademisyenlerin bir araya gelip bir araştırma ekibi oluşturması ile disiplinlerarasılığın gerçekleşmeyeceği ortadadır.
Disiplinlerarasılık bugün, büyük ölçüde, kendi disipliner alanlarında çalışan feminist akademisyenlerin feminist epistemolojiyi kullanarak -yani politik bir rehber eşliğinde- öteki disiplin alanlarına zaman zaman seyahatler yaparak geliştirdikleri yeni tür bir bilgi şeklinde ortaya çıkıyor.
Böylece, yukarıda, kadın emeği ve kadının insan hakları konularında verdiğim örneklerde olduğu gibi, bir disiplinin sınırları aşılarak, diğer disipliner alanlarda geliştirilmiş, kadınlar ve cinsiyetlendirilmiş toplumsal ilişkiler ile ilgili bilgiler arasında yeni sentezler ortaya çıkıyor.
Bu durum, bütün disipliner alanlara uygulanabilir kavram ve yöntemlerin geliştirilebilirliği anlamına da geliyor.
Toplumsal cinsiyet kavramı buna tipik bir örnektir. Bu tartışmalar içinde, farklı disiplinlerden gelen bilgilerin basit toplamlardan ve yan yana getirmelerden farklı olarak yeni sentezler yaratabilmesi için, disiplinlerarası alanın epistemolojik konumunun ve metodolojik kavrayışının netleşmesi gereği üzerine ilginç tartışmalar da var.
Dahası, yapılanların disiplinler dışına kaymak, hatta sosyal bilimlerin disipliner yapısını yok etmek anlamına geleceği iddiaları da bu tartışmaların içinde. Feminist araştırmacıların disiplinler arasında aşırı yoğunlaşan seyahatleri, zaman zaman içiçe geçerek bütünleşen yeni araştırma alanlarının ortaya çıkışı bu alanın gelecekteki gelişme kapasitesini sergiliyor.
Ayrı bir disiplin olma yolunda ilerleme
Akademik feminizmin özellikle 1990'lardan sonraki disiplinlerarası gelişimi bence ayrı bir disiplin olma yolunda ilerlemeye de çok benziyor.
Kendi iç iletişimine yönelik özgün bir terminoloji geliştirmek, temel araştırma sorularına sahip olup bunu yaygın bir alanda paylaşan akademik kadrolara sahip olmak, üniversitede ayrı idari bölüm ve programlar içinde örgütlenmek, akademisyenler arası ilişki ve tartışmaları düzenleyici özgün örgütlenme sayısının artışı ve en önemlisi alanın geçmişi, bugünü ve geleceğini tanımlayan bir kimlik oluşturma kapasitesi gibi disiplin oluşturucu kriterler açısından bakıldığında böyle bir yoruma kolaylıkla gidilebilir.
Hele, diğer disiplin alanlarından iyice kopmuş ve kendine özgü bir derinleşme eğilimi gösteren feminist kuram ve metodoloji tartışmalarını ve yorum stratejileri alanındaki gelişmeleri dikkate aldığımızda bu kanı iyice pekişebilir.
Türkiye'de kadın çalışmaları alanına bakıldığında, klasik sosyal bilimler disiplinlerinin sınırlarını aşmak için başarılı adımların burada da attıldığını söylemek mümkün.
Örneğin, artık Türkiye tarihini yorumlarken, bu tarihe baştan sona cinsiyetlendirilmiş bir süreç olarak bakmaya çalışan bir göze sahibiz.
Modern kadın ve modern aile
Türk modernleşmesini betimleyen temel siyasal pratiklerin 'modern Tük kadını' ve 'modern Türk ailesi' yaratmak adına düzenleyici bir iktidarı nasıl olanaklı kıldığını biliyoruz.
Modern Türk toplumunu kurmak için eğitim, yargı, siyasal temsil, dini ibadet gibi toplumsal alanları düzenleyen kamusallığın, aynı zamanda 'modern kadın' ve 'modern aile' yaratma süreci olarak nasıl yapılandırıldığını çözümlemeye yönelik tartışmalar bu alanda ilginç örnekler oluşturuyor.
Türk modernleşmesine özgünlüğünü veren devlet-din çatışması sürecini izlerken 'devletin laikleşmesi' ya da 'dinin moderleşmesi' denen süreçlerin bir tür toplumun (yeniden) cinsiyetlendirilmesi olarak yaşanmasını ve hala da yaşanıyor olduğunu anlamanın çok öğretici olduğu ortada.
Türkiye'de toplumsal gelişme Batılılaşma olarak; "uygar Batı'nın bilimini ve tekniğini almak, kültürde / medeniyette yerli olmak" diye tanımlanıyor.
Burada adı geçen 'yerli' kültürü temsil eden öğelerin çoğunlukla kadınların yaşam tercihleri ve 'aile'ye ilişkin düzenlemeleri ile ilgili olduğunu geçen bütün zamanlar içinde açıkca görüyoruz.
Kadınların ne giyeceği, nereye gideceği, kiminle evleneceği ve kaç çocuk doğuracağı, erkeklere nasıl davranacağı gibi konular aslında bu 'yerli kültür' tanımının özünü oluşturuyor.
Yani, Batı karşısında muhafaza edilmesi gereken değerleri sembolize eden 'gelenek' ve 'töre', kadınların evlilik ve cinsellik yaşamları ile özdeşleştirilebiliyor ve bu alanın 'normu' Batılılaşma tanımının dışında tutulabiliyor.
Bu durum, çok gelişmiş bir cinsiyet rejimi olarak Türk modernleşme anlayışının, yıllarca, kadınların yaşam alanlarını toplumsal gelişme / kalkınma tartışmalarının dışında tutmayı nasıl becerdiğini gösteriyor.
Türkiye'de modernleşme sürecinin kadınları 'dinin değerlerini sembolize etmek' ile 'laik devletin / ulusun modernliğini sembolize etmek' arasında, dinin ve laik devletin 'vitrini'ne sıkıştıran cinsiyet rejimini analiz etmek için klasik sosyal bilim kavramları yetmiyor; kadın çalışmaları alanının oluşturduğu tartışmalar ve toplumsal cinsiyet kavramının sunduğu çözümleme çerçevesi kadınların yaşadığı 'kuşatma / kapatma' halini yorumlama olanağını ancak bugünlerde sunabiliyor.
Modernleşme politikalarının içerdiği bu cinsiyet rejimi sayesinde araçsallaştırılan kadın kimlikleri aracılığıyla din, aile, gelenek gibi alanlar yeniden erkeklerin üstünlüklerini üretecek şekilde düzenleniyor.
Türk modernleşmesinin bu cinsiyetlendirilmiş halinin tanımladığı 'modern aile' tanımı ise kadınların eğitimli, bilgili ama fedakar ve ikincil konumunu pekiştiriyor.
Bu cinsiyet rejiminin normalleştirdiği kadın-erkek ilişkisi başta 'ordu' olmak üzere bütün modern kurumlarda -özellikle de siyasal partilerde- 'başkanın başı açık karısı' olarak sergileniyor. 'Modern Türk kadını' nın her zaman vitrinde duran hareketsiz ve sessiz imgesi böylece kalıcılaşıyor.
"Türkiye'de Batı bilimi ile 'yerli kültür'ümüz arasındaki gerekli görülen sentezin gerçekleşmesini doğrudan laiklik ve din ile ilişkilendiren cinsiyetlendirme rejimleri olmasa, modern iktidar stratejilerinin bugünkü işlerliği acaba nasıl gerçekleşebilirdi?" sorusuna bir yanıt bulmak ise doğrusu zor görünüyor. (SS/FK) (Sürecek)
* Prof. Dr. Serpil Sancar'ın " Üniversitede Feminizm? Bağlam, Gündem ve Olanaklar*" başlıklı makalesi Toplum ve Bilim Dergisinin 97. 2003 Güz sayısında ( Homo Akedemikus Alla Turka) yayımlandı. Bianet makaleyi üç bölüm halinde veriyor. Yazının dipnotları ve kaynakçasıyla birlikte tamamı için tıklayınız .