Son olarak 10 kitap sınırlamasına ve ‘’tutsaklar koridordan geçerken hücredekilerle göz göze gelmelerini engellemek için mazgal kapatma uygulamasına’’ sahne olan ve giderek bir toplama kampı deneyi yapıldığını anladığımız Tekirdağ F Tipi’nde 25 Mart’ta 21 kişi ile başlayan açlık grevi 36. gününde sona erdi. Sincan F Tipi’nde ise iki çocuğun açlık grevi devam ediyor; 12. gününe girdi.
Talepler ise Temel İnsan Hakları Bildirge’sini utandıracak cinsten;
*çıplak arama uygulamasına son verilmesi,
*hücrelerde arama adı altında kitapların, defterlerin talan edilmesine ve kitap sınırlamasına son verilmesi,
*tek kişilik hücrelerde tutulan ağırlaştırılmış müebbetlerin yaşama koşullarının ve 1 saatle sınırlandırılan ‘’havalandırma hakkı’’nın iyileştirilmesi,
*hücreler arasında zorla yer değiştirme uygulamasına son verilmesi,
* sohbet hakkı
*Sincan F Tipi’ndeki 2 çocuğun talebi ise askeri sayım zorlamasına son verilmesi
Son bir yıl içinde bile uzunlu-kısalı açlık grevleri ile toplam süre 150 güne yaklaştı: Tüm hapishanelerde 68 gün, Şakran Kadın Cezaevi’nde 23 gün, Tekirdağ’da 36 gün, Sincan’da iki çocuk 12. gün…
Benim haberdar olabildiklerim bunlar, eminim ki sürgün gibi sevkleri protesto için, sevk talebinin yerine getirilmesi için, çıplak aramayı protesto için üçer, beşer günlük basına yansımayan pek çok açlık grevi de olmuştur. Dokuz maddelik açlık grevi talepleri listesine baktığımızda hapishanelerde açlık grevleri ile kazanılan tüm hakların her an geri alınabilir haklar olduğunu, tutsakların nerdeyse gündelik bir savaşa, direnişe, sürekli açlık grevlerine mahkum edildiğini görüyoruz: Her şey Sisyphos’un taşına dönüşüyor hapishanelerde…
Bir insansızlaştırma politikası
‘’Dil insanın evidir.’’ der Heidegger. Dil insanın evi ise, konuşmak sokağıdır, okumak mahallesidir, kitaplar dünyasıdır. Hapishanedekiler için ev, sokak, mahalle hepsi talan edilmiş durumda.
Devlet daha düne kadar yasakladığı, o dilde türkü söyleyenleri bile ‘’teröre yardım ve yataklık’’ suçlamasıyla hapse attığı, dünyanın en anlamsız düşmanlığı olan ‘’dil düşmanlığı’’ndan vazgeçmeye başladı. Göç ettirilen, yakınları kaybedilen ya da uyduruk iddianamelerle 20 yıldır hapishanede yatanlarla henüz değil ama bu toplumsal hareketin temsilcileri ile uzlaşacağını, ‘’çatışmadan kaynaklanan ölümler’’in durması için çabalayacağını ilan etti. İçerdeki ölümcül hastalar bekleyedursun, ‘’barış mı, demokrasi mi’’ ikilemine düşmüş ‘’aydınımız’’a da ayar çekti; önce barış… Demokrasi daha uzun meseleydi zira. Adalet ise yılan hikâyesi…
Aramızda ağır-kanlı bir taş gibi duran Kürt meselesi ortadan kalkarsa-kalkarken, demokrasiyi de, adaleti de ucundan kıyısından yakalamaya başlarız belki diye umut ettik. Heyhat, tarih yine bizi yanıltmadı; devletin toplumun hepsiyle değil, Kürtlerin hepsiyle değil, ‘’gücü olan ile’’ barışmak istediğini görüverdik. Barış olsun, tüm kalbimizle istediğimiz gibi, olacak da. ‘’Barış’’ ile ‘’ama’’yı aynı cümlede kullanmamaya özen gösterirken öğrendiğimiz şu oldu; devletin zayıf olanı, güçsüz olanı öldürmekten, direkt ve alenen öldüremiyorsa ölüme sevketmekten, sesini çıkarana parmağını sallamaktan hiç vazgeçmeyeceği; insansız bir ülke yaratma politikasından başkaca bir politikasının olmadığı… "Ölmek’’ hapishanedekiler için dilini, evini, köyünü, toprağını, yaşamını korumak uğruna ölmekten daha yakına geldi; ‘’kitabını’’ korumak için bile göze alınan bir şey oldu. Hem de öyle bir inancın ‘’kutsal kitabı’’ uğruna değil, bildiğimiz “Yeraltından Notlar”, “Suç ve Ceza”, “Dünyanın Doğum Günü”, “Mutlu Moskova”, “Yağmurun Yedi Yüzü”, “Kumrunun Gördüğü”, “Taranta Babu’ya Mektuplar” gibi hepimizin kitaplığında yan yana durabilecek kitaplar için.
İnsan ‘’muhakeme yeteneği’’ kazanarak büyür, bu yeteneği kullanarak insan olur, doğruyu-yanlışı, iyiyi-kötüyü bilir. Muhakeme yeteneği gelişmemiş olanların yetişkinliğinden şüphe duyarız, kelimenin olumsuz anlamı ile çocuk kalırlar çünkü: hayatı sürdürme becerisi azalır, her türden dış etkiye, istismara ve yönetilmeye açık hale gelir, itiraz etmenin gerektirdiği insani donanımdan yoksun kalırlar. Muhakeme yeteneği de sosyal hayat içinde, insan ilişkilerinde bir tarafken gelişir, ancak bu da yetmez üstüne kitaplar okuruz, kitaplar biriktiririz… Elimizin altında olsun bu kitaplar, aklımızın, gönlümüzün bize yetmediği yerde danışabilelim, insandan insana ve kitaptan insana geçen o ‘’bulaşıcı hayat’’ ı içimizde tekrar duyabilelim diye. Kitap hayatı taşıdığı için, okuyana hayatı bulaştırdığı için hep başucumuzdadır.
Kitaplar, biz halihazırda insanlar arasındayken bile, bir sosyal hayatımız, gündelik ilişkilerimiz varken bile bu kadar değerliyken, insansız-ıssız bir ortama dönüştürülen hapishanelerdekiler için ne kadar elzemdir, vazgeçilmezdir bir düşünün. Son derece sınırlı sosyal ilişkilerin, sosyal ilişkiden geçtik ‘’sohbet hakkı’’nın, yani bir insanla, bir benzerinizle konuşma hakkının bile gaspedildiği bir ortamda kitapların insana biricik sığınak olması, yaşamın tamamen dışındayken giderek hafızada belirsiz hale gelen sesleri, renkleri, heyecanı, kuşu, böceği hatırlatması onu vazgeçilmez yapar. İnsan zihni değirmen taşına benzetilir; arasına bir düşünce, bir hayal, bir şiir, bir öykü, bir roman koymazsanız kendini öğütür. Hayatın dışında itilmiş, yaşadığını duyumsatacak pek çok şeyden yoksun bırakılmış tutsak için kitap hayal gücünü harekete geçiren, muhakeme yeteneğini koruyan tek şeydir ve bu nedenle kitabın yokluğu açlık grevi konusu yapabilir kolaylıkla. Kitap hayatı taşır içeriye. Issızlığın ortasına çakılı bırakılan tutsak, hayal ettiği sürece, kitaplardan sınırlı da olsa insan ilişkilerinin, dışarıdaki hayatın izini sürebildiği ölçüde canlı kalır, insan kalır. Bundadır ki, 36 gün, daha çok kitap okuyabilmek için, kitapları ellerinin altında, gözlerinin önünde durabilsin diye, mahremiyetinde kendini yeniden üretmeye çalıştığı defterlerine el konulmasın diye aç kalabilir.
Hapishanelerdeki kitap sınırlaması, el yazmalarına-defterlere sürekli el konulması, konuşma (sohbet) hakkının engellenmesi ve çıplak arama hapishaneleri insansızlaştırma politikasıdır; insan olmakla ilgili tüm özelliklerinden arındırılmak istenen tutsaklar, kitapları, defterleri için, haftada bir kucaklaşıp sohbet edebilmek için, birbirlerinin gözüne bakabilmek için açlık grevindeler. Yine açlık grevindeler: Sisyphos gibi taşı her seferinde bir zirveye kadar omuzluyorlar ama o taş geri yuvarlanıp hepimizin üstünden geçiyor.
Şimdilik bildiğimiz tek şey şu: ‘’Barışan devlet’’ gösterileri sürerken bile, hapishanelerde en temel haklar için açlık grevlerinin sürmekte olduğu…
Karşılıklı askeri geri çekilme planları yapılırken bile, devletin hapishanelerde ezmeye çalıştığı tutsak bedenlerden bir adım dahi geri çekilmediği…
*Yunan mitolojisinde Sisyphos, tanrılar tarafından büyük bir kayayı dik bir tepenin doruğuna yuvarlamaya mahkum edilmiştir: tam tepenin doruğuna ulaştığında kaya her zaman elinden kaçmakta ve Sisyhpos her şeye yeniden başlamak zorunda kalmaktadır. (NGU/HK)