Sadece kendi hayatına değil, kendine ve hayata ayrı ayrı, her gün yeniden yenilen yüz’ler taşıyoruz. Böyle olunca kaç yüzümüz olabilir ki?
Ah ‘’herkes en az ikiyüzlü’’ elbette teoriye göre. Ama bu ikiyüz’ün de onlarca yansıması var hayat içinde: İyilikten güzellikten yana, bunun için dünyayı sırtlamayı göze almış sade-kahraman yüzümüz; sadece kendi hayatına değil, kendine ve hayata ayrı ayrı ve her gün yeniden ihanet eden bir haine dönüşmekle kalmaz çoğu kez… Yenilgi gizlenir ve dolanır durur kendini yenileyerek başka ‘’yüzler’’ imal eder kendine, ‘’bozulma’’ya dönüştüğünde her şey yüzdeki maskenin altında kokuşmaya başlar, giderek ‘’bütün yüzlerimize’’ sirayet eder.
Gündelik hayat içinde, sıradan insanlar olarak yaşarken, aslında sadece kendi hayatımızın kahramanı iken, başka hayatların da kahramanı olmak isteriz, Türkiye’de her türlü sahne hazırdır bizim ‘’kahraman yüz’’ümüz için.
Devrimci olunur, işkencelerde direnilir, hapiste yatılır, çıkılır.
Orda kalsa her şey iyidir, yorgun yüzümüzle bir kenarda yaşamaya devam etmek yetmez işte.
İş bulmak lazımdır, para kazanmak lazımdır, insanların içine karışmak lazımdır, evlenmek, çocuk büyütmek, saygı beklediğimiz insanlar değişmiş olsa da saygı görmek lazımdır.
‘’Hapisten çıkan ama hayatı kaybettiği yerden azimle yakalamaya çalışan üniversite öğrencisi yüzü’’ lazımdır, ‘’her şeyi görmüş geçirmiş iş adamı yüzü’’ lazımdır, ‘’hapis arkadaşlarıyla hala görüşen adam’’ yüzü lazımdır, ‘’abilik eden adam’’ yüzü lazımdır.
Bunlar da öyle ‘’ikiyüzlüce’’, bir hırsla, bir gayretle olmaz aslında çoğu kez, insanlar parça parça kırılmıştır zaten, her parçası birilerinin elinde-yanında kalmıştır. Ya da kırılmış bir aynaya benzeyen bu ülkede kendi ‘’yüz’’ünü toplamaya, bütünlemeye çalışırken oluverir her şey. Hapse, zora, şiddete direnmek kolay, gündelik hayata direnmek daha zordur çünkü.
Her şey çok tanıdık Emrah Polat’ın kitabında 40’lı yaşlarındakiler için… Hele de Ankara’da yaşamış olanlar için. Kitabın ilk cümlesi nedense hep Ankara’nın ‘’yenilmiş ama –anılar nedeniyle- ezilmemiş’’ çıktığı o ezeli rekabete gönderme yapıyor. Gönderme de değil aslında doğrudan ‘’Bir nedenle İstanbul’a gidemeyenlerin ya da orada tutunamayanların kenti olan Ankara’da (…) ‘’ diye başlıyor. Kitapla birlikte zamanda ve mekanda bir Ankara turu da atmış oluyorsunuz ve zamanın ruhuna uygun karakterlerimiz Abdullah Cevdet Sokak’taki Gelidonya Feneri’nde buluşuyor ‘’iki tek atmak için.’’ Arif’le Orhan hapisaneden tanışık. Nazım ise eski yoldaş’ın emaneti… Sadece ‘’kayalara benzer biçimlerin arasından çıkan yumruk’’ figürüyle kurulan bu bağlantıdan Nazım habersizdir, içinden hüngür hüngür ağlamak geçse de ‘’patron’’ Arif ‘’arkadaşı’’ için, ‘’kimi yok olan, kimi savrulan yaşamlar, arkadaşları…’’ için işe alacaktır onu.
Arif’ler arada bir iç sızısıyla, ‘’iyilik yapacak’’ mertebeden hatırlasa da eski yoldaşlarını ve devrimcilik günlerini, Orhan’da o bile yoktur; ‘’kalmamıştır’’ değil zaten yoktur… Çokları gibi sol mahalle efradı olmaktan sebep tutuklanmış, bu arada karısı-çocukları ve asıl önemlisi ‘’ev açtığı Nazan’’ ortalıkta kalmıştır. ‘’Aile’’ idare etmiştir bir biçimde o çıkana kadar, ama Nazan ‘’idare edememiştir’’. Belki de 12 Eylül en çok Orhan’ları, Nazan’ları dağıtmıştır bir daha toparlanamayacak biçimde. Solcuların, devrimcilerin içerden çıkınca ‘’deneyebilecekleri’’ yeni bir hayat vardır, dahil olmaya çalışacakları bir gündelik hayat, bir sıradan hayat vardır ama Orhan gibiler zaten o sıradan hayatı yaşadıkları için ve ellerindeki bu tek hayat da telafi edilemez biçimde parçalandığı için öylece ortalıkta kalmışlardır. Arif’i kınayabiliriz ama Orhan’ı ya da Nazan’ı kınamak içimizden gelmez Yüzler’i okurken. Olduğu gibidir onlar çünkü, hayatlarını rayından çıkaracak şeylerin kararını kendileri almamıştır. Kondularında ‘’soğuk kış gecelerinde birbirlerine sarılıp uyumak ‘’ tan öte dünyanın gamıyla, yüküyle ilgili değillerdir zaten. Ama 12 Eylül’den sonra dibe vuran Arif gibilerin hayatından çok onlarınki olmuştur nedense. ‘’Halkımız’’ da bir türlü toparlanamamıştır ya zaten Orhan’la Nazan gibi… Orhan Arif’i, Arif’le birlikte toy Nazım’ı çeker götürür bir Ankara pavyonuna ve Nazım racona kurban gider.
Ve belki de Yüzler’in Arif bölümünde yer alan ve Arif’in ‘’Seyranbağları‘na çıkan yokuşu tırmandığı günü, tahliye olup eve dönüşünü hatırlatan, gözlerini buğulandıran, içini kanatan Ahmet Kaya şarkısı’’ nın son dizesi ‘’Mümkünse farzedin yaşamamıştır’’ Nazım içindir.
Akıcı, sade yazıyor Emrah Polat. Okura zeka yoklaması yapan kurgularla, ağdalı dil oyunlarıyla vakit harcamadan yazıyor: İlk kitabı Köpek Adamlar’da (Pupa Yayınları, 2009) olduğu gibi, Yüzler’de de devam ediyor bu. ‘’Standart’’a uymayan adamların hikayelerini yazıyor, ihtimal ki bundan sonra yazacaklarında da Köpek Adamlar’da olduğu gibi ‘’çalışılmış’’ bir alt kültür okumasının üstünde dolanacak hikayeler.
Yine her iki kitapta da son sayfayı çevirince aklımda kalan şey: Kadın yok! Elbette Yüzler’de kadınlar var, ancak bunlar prototip karakterler. Cinsinin, mesleğinin genel geçer özellikleriyle yüklü, romanda figüran gibi duran tipler. Zeynep, Ayşe-Naz ile Nazan. Zeynep Arif’in hapisane sonrası ‘’standartlara uygun, sınıf atlamış, hayatını hale yola koymuş adam’’ fotoğrafının tamamlayıcısı iken, Naz Arif’in sıkıntılı ve tatminsiz yozlaşmasının hem kaçışı hem sonucu olan, parayla satın alınan haz’ına eşlik eder sadece. Nazan ise Orhan’ın dibe vurmasına sebeptir, aşık olup kaçtığı evli adam Orhan hapse düşünce ‘’utandığı için’’ İstanbul’a, ailesine dönemez Nazan, ‘’sahipsiz’’ kaldığı için de hemen yeni bir ‘’sahip’’ bulur kendine. Orhan onu diğer adamdan kurtarır elbet hapisten çıkınca, ama Nazan artık Orhan’dan da ‘’utandığı’’ için döner İstanbul’a. Tipik 3. sayfa haberine dönüşmez Nazan Yüzler’de ama kitapta aynen öyle resmedilmiştir: Kategorize edilmiş bir kadın karakterdir. Erkek karakterlerde gördüğümüz ayırt edicilik kadınlarda yoktur. Erkek karakterlerin gerçeği midir, romanın gerçeği midir, yazarın tercihi midir bilinmez ama kadınlar standart algının şekillendirdiği kadın karakterler olarak rollerini oynamaktalar romanda: Ne eksik, ne fazla!
Herşey hayatın gerçeğine uygundur Yüzler’de. Edebiyat belki de bunun için vardır: hayatın gerçeği deyip geçtiğimiz, alıştığımız şeyleri yeniden gözümüze sokmak için…
Canımızı sıksa da, ‘’başka türlüsü mümkündü’’ derken dönüp kendi hayatlarımıza bakarız bir kez daha: 12 Eylül devam etmektedir, sadece yaşlanan hikayelerde değil gündelik hayata yenildiğimiz her yerde… (NGU/HK)