“Hayatları, haydan gelen huya gider sözüyle özetlenebilecek dolandırıcıların, sağdıkları kaymaklı mangırı ya kumarda ya hovardalıkta eritip tahtalı köyü boyladıklarında genellikle üstlerinde ceketten başka bir dünyalık bulunmaz.”
“Tilkilik” toplumca pek sevdiğimiz hasletlerden biridir. Hem tilkiliğe, kurnazlığa meylimiz vardır, hem de o tilkilerce aldatılmaya. Gün geçmez ki, pek akıllı, pek ihtiyatlı olduğunu düşündüğümüz birisi dolandırılmasın! Üstelik bu hikayeleri, hemen hemen hepimiz ağzımızda “cık cık cık” nidaları, yüzümüzde müstehzi bir gülümseme ile dinleriz. Velhasıl yurdumuz dolandırılmaya amade bekleyen saflar ya da aloculuk-koçancılık mesleğini icra edenlerin tanımıyla “kerizler” bakımından da, dolandırıcılar bakımından da mümbit bir topraktır. Emrah Polat’ın üçüncü romanı Alocu Tilki’nin Serencamı’nda bize bir dolandırıcı, kendi ağzından hikayesini anlatıyor.
Roman bizi Dikmen’deki bir gecekondudan alıp Ankara’nın yeraltı dünyasına götürüyor. Tilki Sadık’ın yeraltı dünyası için son derece elverişli olan çocukluk ve ilkgençlik hikayesi ODTÜ Psikoloji’yi kazanınca değişir mi acaba diye bekliyoruz ama hayır, o sadece “meslek”teki ustalığını artırmaya yarayan bir unsur oluyor. Tilki’nin bizimle paylaştığı hikayesinden anlıyoruz ki dolandırıcılık mesleğinin sırrı; umut satmak! E tabi, azıcık da korku salmak…
Emrah Polat’ın, önceki romanları Köpek Adamlar’da ve Yüzler’de olduğu gibi bu romanda da, gayrı meşru işlerin dünyasına, kendine has kuralları ve jargonu olan bir başka dünyaya dair gözlemler ustaca ve son derece akıcı bir dille anlatılıyor. Bu gizli-kapaklı olduğunu zannettiğimiz dünyanın aslında ne kadar da gözümüzün önünde olduğunu göstermek ister gibi, Ankara’nın bildik mekanlarında geçiyor olaylar. Tunalı’daki Kıtır’ı hangi Ankaralı bilmez ki? Dikmen yokuşunun sonunda yolları çamurlu gecekondular olduğunu ya da.
“Uzun süre hastanede kaldığım için kendime sormadan edemiyordum: Hep hasta mıydım? Hırıltılı solumadan önce olağan bir hayat sürüyor muydum? Ne yazık ki bu sorulara verecek net bir cevabım yok. Şu an, eski hayatım kıyıdan ayrılan bir tekne gibi dalgalar içinde gözden kayboluyor sanki. İnsan, hastanede gördüklerinden sonra, “yaşıyorum” demeyi öğreniyordu: Ama yürüyemiyorsun: “Yaşıyorum ya!” Konuşamıyorsun da: “Yaşıyorum ya, buna da şükür!”
Umut, romana iyimserlik katan, dildeki ironiyi hep dozunda tutan bir ilke Alocu Tilki’nin Serencamı’nda, hastane günlerinin anlatıldığı bölümler de hep bu ilkeden beslenmiş.
Aslında roman, başından sonuna insanın bedeni ile ilişkisi hakkında… Canlı, koşturmacalı, adrenalin dozu yüksek bir hayat yaşayan Sadık, aniden kendini ölümden dönmüş halde bir hastanede bulur, yürüyemese de, derdini anlatacak kadar konuşamasa da hayattadır ve mücadele edecektir. Hastanede uyandığı andan itibaren kararlıdır Sadık, biz de onunla birlikte, bir bedene sahip olmanın ne demek olduğunu yeniden düşünmeye başlarız. Yürüyememek, daha birçok şeyi yapamamak demektir, tuvalete gidememek, giyinip soyunamamak, banyo yapamamak, sevişememek… Tilki Sadık hastane günlerinin tüm detaylarını, dramatize etmeden ve hiçbir ayrıntıyı saklamadan bizimle paylaşır.
Romanı okurken düşünmeden edemiyoruz; hayatımızla ilgili kararımız ne olursa olsun son sözü hep beden söylemiyor mu? Sağlıklıyken, dizginleri hep ruhumuzun elinde, istediğimiz gibi koşturacağımız bir at gibi gelir bedenimiz. Ne zaman ki, o at dizginleri elimizden alır, ruhumuz onun sırtında, sağa sola savrulan, düşmemek için yelelere sıkıca tutunan bir acemiye dönüşüverir sanki. Roman boyunca kahramanımız Sadık’ın işte o acemilikten kurtulma çabasına tanıklık ediyoruz.
Roman okurken hep merak etmişimdir, gerçeğin ne kadarı sızar yazılanlara? Yazar, kalemi eline aldığında kendi gerçekliğinden ne kadar kopar, ne kadar kopmak ister? Kahramanın ne kadarı kendisidir, ne kadarı annesi, ne kadarı çocukluk arkadaşı; ne kadarı kurgu? Okur için hep merak konusudur bunlar… Maganizel bir merak olmaktan öte, yazarın kurgulama ve yazma sürecine ilişkin bir meraktır söz konusu olan. Mehmet Eroğlu koşucu imiş mesela, romanlarında geçmişte koşucu olan kahramana rastlarız. Ahmet Ümit, kitabındaki kahraman gibi partisi tarafından Moskova’ya gönderilmiştir. Alocu Tilki’nin Serencamı’nı okurken de, kitabın başında yer alan, yazarın yaşam öyküsündeki “(…) belkemiği kırıldığı için yürüyemiyor.” cümlesini sık sık anımsıyoruz. Tilki Sadık’ın hastane süreçlerine ve tekerlekli sandalye ile ilişkisine dair anlatılanların bu denli gerçekçi, aynı zamanda ironik bir dille anlatılabilmesi, aynı zamanda Tilki Sadık’ın umudunun azalmaya başladığını hissettiğimiz andan itibaren, çıkış yolunu da gösteriyor bize. Anlıyoruz ki umut, bedenden öte bir şey. Gerçek, sadece gerektiği kadar sızar edebiyata, hatta bazen onu altetmemize yarar.
Hikayenin sonunu okur kadar, kahramanımız Alocu Tilki de merak ediyor aslında. Okul yıllarından söz ettiği şu satırlar geliyor aklımıza:
“Okuldayken kütüphanede zaman geçirmek çok hoşuma giderdi. Üçüncü katın rektörlüğe bakan köşesindeki masaya kurulur, Türkçe edebiyat raflarındaki romanları okur, sözlükleri karıştırırdım. Asker Argosu adlı bir sözlüğe bile rastlamıştım. Bir gün burada benim de kitabım yer alacak diyordum. Soyadım Apik olduğuna göre sağıma Yusuf Atılgan’ı, soluma Sabahattin Ali’yi alacaktım. Bundan daha büyük onur var mıydı?”
Kimbilir, belki de dolandırıcı Sadık, kütüphanede tam tarif ettiği yerde; sağında Yusuf Atılgan, solunda Sabahattin Ali’nin yer alacağı bir roman yazmaktadır bizlere.
Hayattan romanın çıktığı gibi, romandan da yazılmayı bekleyen başka bir hayat çıkmaz mı dersiniz? Umut ve beden arasındaki ilişkiyi Tilki Sadık’tan, -eğer yazar olursa bu adı kullanacaktır sanırım- Sadık Apik’ten daha iyi kim anlatabilir ki? (NGU/HK)
* Alocu Tilki’nin Serencamı / Roman / İletişim Yayınları
N. Gün Uzun