Unutuyoruz ya, unutmadığımızı da alıp, evirip çevirip kendi hikâyemizin içinde dilediğimiz biçimde anlamlandırılabilecek önü sonu boş hatıralara çeviriyoruz. Oturup enikonu sağlıklı bir tarihsel analiz yapmaktan da bu yüzden uzaklaşıyor, kısa vadeli siyasi argümanlarla günü kurtarmaya çalışıyoruz. Belki de üzerimizdeki baskının, anlık ve değişken gündem yoğunluğunun doğal bir sonucu bu… Yine de gelecekte ayakları yere basan bir siyaset ortamının, o uzak hayalin; kendimizle, geçmişimizle yüzleşmek olduğunu hep hatırlamakta, köyün delisi olmakta zarar yok.
İşte, diyelim, Türkiye tarihini son 13 yıla sıkıştırmaya çalışanların sayısı o kadar çok ki. Bırakın kendini sütten çıkmış ak kaşık sayan iktidarın, her şeyi bir ustanın tek dokunuşuyla gerçekleşti sayan söylemini ve bu söylemi bir biçimde benimsemiş gibi görünen kitlesini; “bizim cenah”ta da acıları, baskıları, katliamları, kitleselleşmiş faşist hezeyanı kısacık bir zamana sıkıştırmaya gayretli insanların sayısı hamdolsun muktedirin değirmenine su taşıyacak bollukta.
Bizler haklı öfkemizle katledilen, tutuklanan, çalıştırılmayan gazetecileri, aydınları konuşurken bugün, Tan’ın, balyozlu, baltalı “sivil gençler”ce yakılıp yıkılmasının üzerinden 70 yıl geçti. Açıkça bir parti-devlet projesiydi Tan’ın yıkılması ve bu ülkenin kadim koalisyonunun, devletçi akılla milliyetçi kitlelerin yoldaşlığının ilk belirgin resmiydi.
İktidardaki CHP’nin savaş sonrası ABD merkezli kapitalist bloğun bir parçası olma çabası, daha sonra da hep tekerrür edeceği gibi, kapitalizm rüyasının sokaktaki militanları olan milliyetçi/muhafazakar kitlelerin mobilize edilmesi biçiminde eyleme döküldü. 6-7 Eylül’de, bu yıl yaşanan elim 7-8 Eylül’de olduğu gibi.
Ne olmuştu?
Bir kez daha kısaca hatırlayalım:
Esasen İkinci Dünya Savaşı’nın krizli yıllarında CHP’nin avuçlarına düşen Akşam, Tasvir, Vakit ve Cumhuriyet gibi gazeteler, CHP’yi sert biçimde eleştiren yazılarla dolu Tan’ı ve Serteller’i bir süredir hedef gösteriyordu. Bugünden bakınca görüyoruz ki kadın olması, hele de dönemin ruhuna pek uymayan biçimde sözünü sakınmayan bir kadın olması Sabiha Sertel'i, bu yazılarda korkunç ve ahlaksız biçimde saldırılan hedef haline getirmişti. "O kadın...", "Bu malum hanım..." gibi ifadelerden geçilmiyordu gazete sütunları. Çifte yönelik saldırılarda, Serteller’in kurulma çalışmaları başlayan Demokrat Parti’ye açıkça destek vermelerinin de etkisi vardı. Nitekim Serteller’in çıkarmaya başladığı “Görüşler” dergisi, Menderes ve Köprülü’nün yazılarına yer vereceğini ilan etmişti (Tan Olayı’ndan sonra her ikisi de, Türk sağının tipik refleksiyle, “Görüşler dergisiyle bir ilgilerinin olmadığını” açıklayacaktı.)
Tan’ın, 7 Kasım 1945’te süresi dolacak olan “Türk-Sovyet Dostluk ve Saldırmazlık Anlaşması”nı gözden geçirme kararı alan Sovyetler’le dostluk ve işbirliği çerçevesinde bir ilişki geliştirilmesi gerektiğini savunan yayın politikası, işin tuzu biberi oldu.
4 Aralık 1945’te, İstanbul Üniversitesi’ndeki derslikleri basan bir grup genç, ellerindeki Tanin gazetesini sallayarak öğrencileri gösteriye çağırdı. Tanin gazetesinin başyazarı olan ve bir gün önce Zekeriya Sertel’le bir “dost” meclisinde epeyce keyifle sohbet ettiği bizzat Sertel tarafından anlatılan kadim İttihatçı Hüseyin Cahit o gün, “Kalkın Ey Ehli Vatan” başlıklı bir yazı yazmıştı.
Şöyle diyordu yazısında: "Kalkın ey ehli vatan. Mücadele başlıyor. Ve başlamak lazım. Çünkü en azgın ve insafsız bir propaganda zehiri dökülmesine müsaade edemeyiz. Bunları susturmak için, cevap vermek hükümete düşmez. Söz eli kalem tutan gazetecilerin ve hür vatandaşlarındır!"
Eli kalem tutan hür vatandaşlar, dönemin CHP müfettişi (ve kaderin cilvesine bakın ki 1960’ta Türkiye Sosyalist Partisi’nin de kurucularından olan) Alaattin Tiritoğlu tarafından başlatılan operasyonla, öğrenci yurtlarında, üniversite dersliklerinde örgütlenmiş olduğu her halinden belli bir kalabalık oluşturup Beyazıt Meydanı'nda toplanmıştı.
Sayıları 10 bine ulaşmış kalabalık, ellerinde Atatürk ve İnönü resimleriyle “Moskof uşağı” Sertellerin Tan Matbaası’na yürüdüler. Matbaa ve gazete ofisi önce taşlandı, ardından baltalar ve balyozlarla kırılan camlardan içeriye girilerek gazetede ne var ne yoksa talan edildi. Daha sonra, Tan’ın yanında bulunan ve örneğin dönemin gençlerinden Attila İlhan tarafından epeyce siyaset-dışı kalmaya çalıştığı hatırlatılan, edebiyatçılar Salâh Birsel, Burhan Arpad ve İhsan Devrim’in kurduğu ABC Kitabevi’ne yöneldi kalabalık. Burası da yağmalandı. Tünel’e yönelen kitle, Kumbaracı Yokuşu’nda Yeni Dünya’yı da yayınlayan Sabahattin Ali’nin La Turquie gazetesi ile Parmakkapı-Taksim arasındaki Berrak Kitabevi’ni de yağmaladılar. Hıfzı Topuz, Taksim Anıtı’na tırmanan bir gencin, “Biz Yeni Dünya istemiyoruz! Bize eski dünyamız yeter!” diye bağırdığını, o gencin yüzünü hiç unutmadığını aktaracaktı daha sonra.
Polis, tabii ki, olup biteni izlemekle yetindi. Ve tarihin artık şaşırmadığımız çelişkilerinden biri olarak, olayın ardından Sabiha ve Zekeriya Sertel çifti tutuklandı. Her ikisinin de hayatı bir daha eskisi gibi olmayacaktı. Ellerinden, dönemin gazetelerinde yazma imkânları tamamen alınan çift, 1950’de, artan baskı ve süren davalar nedeniyle ülkeyi terk etmek zorunda kaldı. Tüm çabalarında rağmen ülkeye bir daha ayak basmasına izin verilmeyen Sabiha Sertel, 68’de, Bakü’de sürgündeyken hayata gözlerini yumdu.
Tekerrür eden; talanın, sansürün, baskının tarihi!
Bir parantez açalım: Yukarıda hatırlattığımız gibi 6-7 Eylül 1955 ile 7-8 Eylül 2015’in 60 yıllık döngüsündeki paralelliğine hapsolmuş kirli bir devlet geleneğimiz var. 4 Aralık 45’i yeniden hatırlarken mesela, 21. yıldönümünde 3 Aralık 94’ü de, hani Özgür Ülke gazetesinin Cağaloğlu’ndaki merkeziyle Ankara bürosunun meşhur faillerce bombalanmasını, Kadırga’da gazete çalışanı Ersin Yıldız’ın katledilip 23 çalışanın da yaralanmasını da hatırlamak gerekiyor. Gerekiyor ki bu devlet aklının sürekliliğini anlayabilelim, geçmişi mağduriyet hesapları içinde boğmayalım.
Son günlerde olup biteni de aynı sürekliliğin izlerini takip ederek yerleştirmek gerekiyor ortak hafızamıza. Cumhuriyet gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Can Dündar ile Ankara Temsilcisi Erdem Gül’ün tutuklanmasını, hemen ardından insan hakları savunucusu Tahir Elçi’nin karanlık bir operasyonla katledilmesini, geçtiğimiz aylarda devlet ağzıyla konuşmasıyla ünlü Hürriyet gazetesinin bile hükümet destekli “siviller”ce basılmasını, gazetecileri işlerinden eden tüm bu baskı ve sansürü; Tan Baskını’yla, 6-7 Eylül pogromuyla, Hrant Dink cinayetiyle, Özgür Ülke saldırıları ve daha niceleriyle birlikte hatırlamak zorunluluğu bu yüzden… Aynı tarihsel süreklilik arayışı, Tan’ı “protesto eden” kitlenin arasında İlhan Selçuk’la Süleyman Demirel’in yan yana oluşunun dinamiklerini de anlamamızı kolaylaştıracaktır.
Yüzleşmek, hakikati ortaya koymak, özür dilemek… Sanki tüm siyasi gerilimleri ortadan kaldıracak sihirli ama ulaşılması zor değnekler var ufukta. Aynı yüzleşme, gerektiğinde sahip çıkabilmeyi de içeriyor alsında. Bizler mesela, kim olursak olalım, devletin yüz yıllık toplum/siyaset projesini, bu projede yine kim olursak olalım, bazen katılarak bazen de sessiz kalarak edindiğimiz rolleri hakkaniyetle görüp, anlayıp, kabul edersek, mücadele ettiğimiz, etmek zorunda olduğumuz odağın o parti bu parti değil basbayağı süreklilik arz eden bir siyaset yumağı olduğunu da anlamış olacağız. Ve anladığımızda, bugünün Cumhuriyet’ine sahip çıkacağız ki 5 Aralık 45’in “…milli birliği korumak duygusundan başka hiçbir amaç gütmeyen bu hareket her yerde takdirle karşılanmıştır” diyen Cumhuriyeti olmaktan kurtulalım. (MÇ/NV)