İç seslerim öfkeli biraz...
İçinde küskünlüğün, kızgınlığın, yılgınlığın, tükenmişliğin bolca bulunduğu; hayretin, şaşkınlığın "bu kadar olmaz"ın serpiştirildiği bir öfke...
Hani dudağını ısırırsın dişlerinle, öyle ısırırsın ki kanatırsın kendini, kendi dişlerinle... İçinde evler vardır yıkılır, içinde ormanlar vardır ağaçları devrilir bir bir, içinde bir çığlık vardır boşlukta kaybolur...
Bir gazeteci olarak gündemden kaçıyorum nicedir... Ne tuhaf!
Hiçbir şey duymaya, hiçbir şey görmeye tahammülüm kalmamış. Burama kadar gelmiş ülke siyaseti, burama kadar gelmiş boğazımıza kadar kötülüğe batmışken her şey yolundaymış gibi gülen-akıl veren siyasetçilerin demeçleri, burama kadar gelmiş korku ikliminin 12 saat gece, 12 saat karanlık günleri...
Bakmıyorum haberlere...
Saklıyorum ama bunu, söylemiyorum kimseye. "Bir gazeteci nasıl gündem takip etmez" demesinler diye. "Yapamıyorsan bırak kardeşim" demesinler diye.
"Bugün falanca yerde şöyle bir şey oldu, görmüşsündür. Filanca bakan şöyle bir açıklama yaptı, duymuşsundur" diyorlar. Ses etmiyorum, bilmediğimi-duymadığımı çaktırmıyorum. Gazeteciyim ya "görmüşsündür, duymuşsundur" diyorlar hep cümlelerin sonlarında. "Bilmiyorum kardeşim, bilmek de istemiyorum" diyemiyorum. Açıklama devam ederse ve ele verecek gibi olursam ya da "nasıl bilmezsin, nasıl görmezsin" minvalinde bir tepki gelecek olursa "yoğundum bakamadım henüz" deyip kestirip atıyorum "sana ne kardeşim" demek yerine...
"Bıktımmm bu ülkenin bitmeyen hayından-huyundan!" diyemiyorum...
Bıktım bitmeyen kavgasından, bitmeyen nefretinden, bıktım kadın cinayetlerinden, bıktım ömürleri çürütülen gençlerin, çocukların intiharlarından, bıktım "namusun-günahın" bu kadar çok zikredildiği bir yerde el kadar çocuklara tecavüzün hiçbir günah sayılmamasından, bıktım göz kamaştıran sarayların önünden geçerken sokaklarda kartonlara sarınmış bedenler görmekten, bıktım sırf had bildirmek için birilerinin ha bire gözaltına alınmasından-tutuklanmasından, bıktım bu pespaye halimize rağmen meydanlardan güzellemelere doyamayanlardan, bıktım linçlere doymayan kaos sevicilerinden...
Öyle çok şeyden bıktım, öyle çok yoruldum ki...
Yine de dayanamıyorum işte, bakıyorum ne olmuş-ne bitmiş, yine kaç tur dönmüş dünya, eteğinde bizleri savura savura... Bir video düşüyor önüme, Özcan (Alper) konuşuyor. Yeni filmini izlemeyi dört gözle beklediğim için kulak kabartıyorum ne dediğine. Boğaziçi Film Festivali'nde konuşuyor, elinde "En İyi Yönetmen Ödülü"nü tutarak... "Karanlık Gece" filmi birçok festivalden muhteşem ödüllerle döndü. Kim bilir yine ne güzel ödüller aldı diye düşünüyorum onu dinlerken.
Şöyle diyor: "Murat Uyurkulak olmasa yazamazdım bu filmi. Film bir kötülük hikâyesi, linç hikâyesi. Ama sadece şimdiye bakmaya çalışmadık. Bir yıl önce bir odada aslında oturup bu coğrafyadaki ama tabii ki dünyadaki ama tabi önce bu coğrafyadaki kötülük meselesini anlamaya çalıştık... Nasıl oluyor da böyle bir durumda insanlar böyle bir kötülüğün içinde çoğunluk olabiliyor. Ama maalesef bitmiyor bu kötülükler. Örneğin son birkaç haftadır. Biz gençliğimizde o kurumları çok iyi bilirdik. Çünkü en ufak bir hak mücadelesinde en ufak bir hak arayışında devlet şiddetine maruz kalıyorduk. Belki ben en azına maruz kaldım ama özellikle arkadaşlarımdan biliyorum ve o zaman işkenceye uğrayan arkadaşlarımızla ya da hak-hukuk aradığımızda gittiğimiz birkaç kurum vardı. Bunlardan biri, hiçbir siyasi görüş, hiçbir şey ayırmadan Türkiye gibi bir ülkede, Türkiye İnsan Hakları Vakfı gibi bir vakıf vardı, Türkiye İnsan Hakları Derneği vardı. Ve bu kurumlarda aslında hep barış olsun diyen, asla savaş olsun demeyen bir kadın; Şebnem Korur Fincancı, biliyorsunuz sadece yine barış dediği için maalesef bir linç kampanyasına maruz kaldı. Umarım son olur. Umarım cezaevinden bir an önce çıkar. Bu ödülü ona ithaf ediyorum."
Konuşmanın öncesi var mı bilmiyorum. Ben bu kadarını duyuyorum önüme düşen videoda. Özcan konuşmasını bitirip sahneden indiğinde salondan bir ses yükseliyor... Bir erkek sesi. Buyurgan, had bildiren bir ses "O kadın TSK'ya iftira attı" diye bağırıyor. Kim olduğu anlaşılmıyor, kim olduğu hiç önemli bile değil, o yüzden adını burada zikretmeyeceğim. Bir oyuncu... Ekranda onu görmüyoruz ama salona yayılan bu kısacık cümlede kızgınlığı, nefreti, linçe daveti bütün renkleriyle ayan beyan görebiliyoruz. "O kadın" dediği Türk Tabipleri Birliği (TTB) Başkanı Şebnem Korur Fincancı, birkaç gün öncesinde tutuklanmıştı ve Özcan, hedef gösterilerek tutuklanan "o kadına" ödülünü ithaf etmişti.
Her aşamada, her kademe hakim olan kutuplaşma nedeniyle çok keskin bir şekilde siyahlar ve beyazlar olarak bölündüğümüz, ekmek almaya giderken ayak üstü sohbet ettiğimiz bakkalın bile siyah mı beyaz mı olduğunu anlamadan "ne olacak bu memleketin hali" sualine cevap vermekten çekinir hale geldiğimiz, boğazımıza kadar battığımız bu adaletsizliği-hukuksuzluğu-eşitsizliği kabul etmesek de "aman ha konuşursam başım ağrır" ya da "söylediklerim herkesçe kabul görmez de linç edilirim, dışlanırım" korkusuyla sustuğumuz, sustukça bir kasırga gibi büyüyen, hepimizi içine çeken bir suskunluk sarmalının içinde olduğumuz şu günlerde Özcan'ın söyledikleri kıymetliydi ama belli ki aynı fikirde olmayanlar vardı.
Olurdu böyle şeyler, her konuda aynı fikirde olmak zorunda değildik, değildik de hep şaşıyorum bu aynı fikirde olmayanların, sırtını iktidara-güce yaslayan bu seslerin nasıl da bu kadar tok çıktığına. Aslında biliyorum... hakim görüşe, statükoya, o günün siyasi iklimine uygun olduğu için "yukarıdan" destek göreceğine, onaylanacağına emin olduğu için bu sesler bu kadar yüksek çıkıyor, bu kadar üst perdeden... Çok gecikmemiş zaten "yukarıdan" gelen tebrik ve destek mesajları... Ama yine de şaşıyorum! Şaşıyorum bir linçin bu kadar çabuk ortamın mevsimini değiştirebildiğine...
Salon bir anda buz kesiyor, herkes dona kalıyor. Daha az önce coşkuyla alkış tutan ellerini ne yapacaklarını, nereye koyacaklarını bilemiyorlar. Herkesin tadı kaçıyor. Zaten nicedir tadımız-tuzumuz yok!
Acıklı bir ironi; Özcan kötülüğün hikâyesini, linçi anlattığı bir filmle "En İyi Yönetmen" ödülüne layık görülüyor ve aynı anda, aynı gecede bir linçe maruz kalıyor. Olaylar sentetik bir "adalet terazisi"ne dönen sosyal medyada gündem olunca, ödülü veren festival ekibi hâlâ tam olarak ne demek istediğini anlayamadığım garip bir açılama yapıyor "...Her zaman sanatçıları ve filmleri önceleyen bir festival olarak, ödül törenimizde ödül kazananların politik göndermeleri ve sloganlarını kınıyor, kültür ve sanat hayatımızın sağlıklı bir zeminde yükselmesi temennisinde bulunuyoruz" diyerek sanatçı politik olmasın manasına gelen anlamsız bir açıklama...
Sanatçı politik olmasın, gazeteci politik olmasın, akademisyen politik olmasın! Herkes "haddini" bilsin! Herkes, her şeye eyvallah desin! Üzerimizden panzerle geçsinler, un ufak etsinler ama kimsenin gıkı çıkmasın!
O sanatçı politik olduğu için, politik filmler yapabildiği için o ödüle layık görülmemiş miydi ve de diğerlerine...
Bir sabah uyanıyoruz bir ses sanatçısının sözleri-giydikleri, hadi adlı adınca söyleyelim kendisi "toplum ahlakına" aykırı bulunduğu için tutuklanıyor. Daha ne olduğunu anlamadan "kimin toplum ahlakına aykırı, kimin milli ve manevi değerleri" diye soramadan başka biri "vatan haini" ilan ediliyor, öbürü hedef gösteriliyor, beriki sürgün yiyor. Ya biz n'apıcaz bunca kötülükle? Nasıl akli melekelerimizi koruyarak yaşayacağız? Nasıl "normal" bir yaşam süreceğiz...
Çok canım sıkıldı... Özcan'ı arasam, geçmiş olsun desem diye geçirdim içimden. Yanında olduğumu bilsin, onu yürekten destekleyen, destek mesajlarını sosyal medyada paylaşmaktan geri durmayan onca kişinin arasında olduğumu bilsin diye düşündüm. Sonra vazgeçtim, biliyordur zaten diye düşündüm. Hem konuyla ilgili konuşup canını sıkmak istemedim hem de ne söylenir bilemedim. Sonra bu gün o aradı, konuştuk. Morali bozuktu, üzgündü. "Bir arkadaşım..." dedi, "bir arkadaşım aradı, biletini keseyim yurt dışına gel, oradan uzaklaş, kafa dinle biraz dedi, ama gidemedim. Öyle bi ülke işte bırakıp da gidemiyorsun" dedi. Onu keyiflendirmek için "bileti bana ver ben giderim hem de hiç düşünmeden" dedim gülerek... O da güldü... Onu keyiflendirmek için dedim ama işin doğrusu buydu. Giderdim, bir dakika bile durmadan. Çünkü bıktım! Bu kötülük halinden bıktım! Potansiyelimizin harcanmasından, yeteneklerimizin harcanmasından bıktım! Bu ülkenin güzele-iyiye düşman halinden bıktım! Çocuklarına-gençlerine-kadınlarına savaş açmış bu siyasetten bıktım! İnsanca yaşayabilmek için, hayalini kurduğumuz bir dünya için verdiğimiz mücadeleyi anlamsızlaştıran, bizi yoran-tüketen karanlığından bıktım. Canımın parça parça koparılmasından bıktım...
(YÖ/AÖ)