İç seslerimle kavgam büyük bu aralar…
Fazlaca zalimler bana karşı, fazlaca sert ve acımasız. Genel itibariyle çok da şefkatli bir ilişkimiz olduğu söylenemez aslında. Ama şu aralar ekstra öfkeliler…
Birini sakinleştirsem diğeri başlıyor öfke kusmaya. Ne hepsine, tek tek “haklısın” demekle diniyor kızgınlıkları ne de kendimi haklı çıkarmaya çalışmakla…
Bazı insanlar, yalnızlıktan değil kendileriyle baş başa kalmaktan korkarlar. Yalnız kaldıkları anda iç sesleriyle savaşları başlar, her daim mağlup oldukları bir iç savaş. Bu yüzden yalnız kalmak istemezler hiçbir zaman. Ve fakat çoğunlukla yalnızdırlar… Kalabalıklaştıkça da artar yalnızlıkları…
İç seslerimi dinledikçe “masumiyet”i sorguluyorum.
Masumiyet nedir? Masumiyetin ölçütleri nedir, kim belirler bu ölçütleri?
Herkes için geçerli bir masumiyet ölçütü mümkün mü? Yoksa diğer değerlerde olduğu gibi masumiyet söz konusu olduğunda da herkes kendi ölçütünü kendine göre mi belirliyor? Masumiyet hep insana dair bir şey mi yoksa insan büyüdükçe masumiyetten uzaklaşıyor mu?
Kime ait olduğunu hatırlayamadığım bir söz düştü aklıma:
“Hiç kimse sınanmadığı günahın masumu değildir.”
Masumiyete dair duyduğum şüpheleri, hissettiğim karmaşayı çok güzel özetleyen bir söz…
Düşünsenize başkalarının “günahlarını” yapıp-ettiklerini, içine düştükleri durumları ne kadar rahat yargılıyoruz. Eleştirirken zalimane davranıyoruz. Beylik laflar ederken, akıllar verirken, onları alamadıkları kararlarla ilgili cesaretsizlikle suçlarken bir gün aynı duruma düşmeyeceğimize o kadar eminiz ki(!)
Bir gün bizim de benzeri sınamalardan geçmeyeceğimize, benzeri şeylerin bizim de başımıza gelmeyeceğine emin tavrımızın kaynağı ne?
Ya da henüz o durumlara düşmemiş olmamız, o şartlarla karşı karşıya kalmamamız, o günahın içine düşmeyişimiz bizi o günahın masumu yapar mı?
Soruları daha da zorlaştıralım; hayat bu ya, bir gün aynı duruma düştüğümüzde, aynı “günah”la karşı karşıya kaldığımızda başkalarına verdiğimiz akılları, kendimiz için de hatırlayacak mıyız? Sağlıklı kararlar verebilecek miyiz? Sergileyemediğimiz sağlam duruşu, veremediğimiz mantıklı kararları yine “cesaretsizlik” olarak mı adlandıracağız yoksa kendimiz söz konusu olduğunda hep “geçerli” nedenlerimiz mi olacak?
***
İç seslerimi biraz daha dinleyince bu defa da iyiliği ve kötülüğü sorgularken buluyorum kendimi.
İyiyi-kötüyü, iyileri-kötüleri…
İyilik adı altında yapılan kötülükleri, kötülükte ısrar eden iyi’leri…
Bir zamanlar insanların, keskin bir şekilde “iyiler” ve “kötüler” olarak ikiye ayrıldığını düşünürdüm. Dahası insanların bile-isteye bir tercih yaparak “iyi” ya da “kötü” olmayı seçtiklerini düşünürdüm. Ne büyük bir yanılgı!
İyiliğin de kötülüğün de insana ait olduğunu, insanın içinde iyiliğin de kötülüğün de aynı oranda var olduğunu anlamak için insanın kendine bakması, eylemlerini dışardan bir göz olarak izlemesi yeterli belki de.
Aslında dinlediğimiz masallar-hikayeler, okuduğumuz kitaplar, mitolojideki mitoslar, dini anlatılar sıklıkla hatırlatır iyilik ve kötülüğün aynı anda insanda var olduğunu. Sağ omzumuzda iyi meleğin, sol omzumuzda kötü meleğin daima bizimle olduğu ve bu meleklerin eylediğimiz iyilikleri ve kötülükleri yazdıkları mitiyle büyümeyen çocuk yoktur herhalde…
Tuhaf, bu bilgilerle donatılmış olduğumuz halde yine de sıklıkla kendimizi “iyiler”in safında görme yanılgısına kapılmaktan kurtaramıyoruz.
“İçimizdeki şeytan”ı görmek istemiyoruz…
Sabahattin Ali “İçimizdeki Şeytan” eserinde, bireyin yaptığı hatalar, yaşadığı olumsuz olaylar karşısında sorumluluk almayarak mesuliyeti “içindeki şeytan”a mal edişini ve kişinin iradesiz tutumunu eleştiriyordu.
1930’ların dünyasından bakınca oldukça masum bir eleştiri. Aradan geçen neredeyse bir asır zamanın içinden bakan ben ise; kişilerin hatalarını ve yanlışlarını artık “içindeki şeytan”a bile mal etmekten çok çok uzaklaştığını ve insanın kendi dışında “şeytanlar” yaratma eğiliminde olduğunu düşünüyorum…
Kötülük daima dışımızda ve bizler “dışımızdaki şeytanlar” yüzünden zaman zaman kötülüğe sürükleniyoruz, çeşitli günahlara batıyoruz, birtakım hatalar yapıyoruz. Nedense yanlışlarımızın hep “geçerli” bir nedeni var… Birileri aklımızı çelmiştir, koşullar mecbur bırakmıştır, şartlar bunu gerektirmiştir blablablabla…
Biz hep çok iyiyiz ama bizim dışımızdaki herkes kötü(!)
“Bir biz varız güzel, öbürleri hep çirkin.”
Peki aynı tutumu iyiliklerimiz, başarılarımız, övünçlerimiz söz konusu olduğunda da sergileyebiliyor muyuz? Başa gelen tüm güzel şeylerin kaynağını yine dışımızda bir yerlerde mi arıyoruz, yoksa biz “iyi” bir insan olarak bu iyiliği ve güzelliği kesinlikle hak ettiğimize mi inanıyoruz…
Karmaşık bir dilemma!
Kaçımız, böyle bir karmaşada doğru yerde durabiliyor, duruma-olaya şeffaflıkla bakabiliyor, içindeki şeytanla yüzleşebiliyor?
Daha çok; zaaflarını kabul edebilen, kusurlarını görebilen, hatalarıyla yüzleşebilen, şatafatlı ambalajlarından sıyrılıp içine, derinine bakabilen kişilerin meziyeti galiba.
Son söz niyetine…
Benliğinin salt iyilikten donatıldığına inandığımız kişilerin bile bir gün kötülüğe düşebileceği gerçeğini daima hatırda tutmak iyiye ve güzele olan inancımızı eksiltiyor. Bizi sevmekten, güvenmekten alıkoyuyor. Bizi büsbütün yoruyor, biliyorum. Ama içimizdeki şeytanın varlığını kabul etmedikçe de hayal kırıklıklarımız bizi tüketecek, bunu da biliyorum…
Belki her şeyin zıttıyla mümkün olabileceğini söyleyen Yin-Yang felsefesini hatırlayarak bir parça teselli bulabiliriz. Gerçi bu Çin teorisinin ahlaki değerlerle pek de ilgisi yoktur ama karşıtlıkların birbirinin içine akan dinamiği, değerlerimize başka bir perspektiften bakmamızı sağlayabilir. İyiliğin ve kötülüğün aynı anda var olduğu gerçeğini ve birbirinin içine geçtiğini kabul edebiliriz belki.
Karşıtların dinamiği de başka bir yazının konusu olsun… (YÖ/AS)