Bizim trajik hikayemiz (ya da kaderimiz) imparatorluklar çağının sonlarına doğru yazıldı.
Her şey, Rusya İmparatorluğu’nun Karadeniz’den Kafkas Dağları’nın doruklarına, oradan da Hazar Denizi’nin kıyılarına uzanan coğrafyamıza göz koyuşuyla başladı.
Buralar epey zamandır Osmanlı İmparatorluğu’nun nüfuz alanıydı, elde tutulmalıydı. Buralar epey zamandır İngiltere İmparatorluğu’nun stratejik değer atfettiği coğrafyaydı, Rusya’ya kaptırılmamalıydı. Tek isteği kendi yurdunda özgür ve barış içinde yaşamak olan bizlerse, bu üç büyük gücün, bu üç büyük hesabın arasına sıkışıp kalmıştık. Biz, bu coğrafyanın sahibi olan halklar. Ortak adlarımız da olmuştur (Çerkesler, Dağlılar, Kafkasyalılar) özgün adlarımız da (Adigeler, Abhazlar/Abazalar, Ubıhlar, Osetler, Çeçenler, İnguşlar, Avarlar, Laklar, Lezgiler, Karaçaylar, Balkarlar, Nogaylar, Kumuklar ve daha pek çok halk). Kafkas doruklarından Karadeniz’e ve Hazar’a inen akarsular kadar birbiriyle aynı ve birbirinden farklı halklar.
İngiliz diplomatlarının, askeri danışmanlarının, jeopolitik gözlemcilerinin geliş-gidişleri, Rusya’nın askeri gücünün bölgemize yerleşmeye başlamasıyla hızlanmıştı. Bazen Osmanlı’dan da gelenler oluyordu, genellikle Sultan’ın ordusunda kariyer yapmış bizden insanlar. Birşeyler oluyordu, birşeyler dönüyordu. Hazırlıklar yapıldı el altından, ulaklar at sürdü gece-gündüz.
Olan oldu, dönen döndü ve sonunda koca Rusya’ya meydan okuma kahramanlığı bize kaldı. Nasıl bir ateşe düştüğümüzü bilemeden, nasıl bir belaya bulaştığımızı hesaplayamadan…
Kafkasya’nın dört bir yanında savaştık, onlarca yıl. Methiyeler düzüldü kahramanlıklarımıza; İngiliz gazeteleri bizi yazdı, politikacıları bizi konuştu, diplomatları bizi anlattı. Karl Marks bile “Avrupa halkları, bağımsızlık ve özgürlük için nasıl savaşılacağını kahraman dağlılardan (Kafkasyalılardan) öğrenin” diyerek bizi onurlandırdı. Evet, biz bağımsızlık ve özgürlük için savaşıyorduk. Biz öyle biliyor ve inanıyorduk, İngilizler öyle diyordu, Avrupalılar öyle diyordu, Osmanlılar öyle diyordu. Ama Ruslar bunu anlamıyorlardı, İngiliz ve Osmanlı çıkarları için savaştırıldığımızı söyleyip duruyorlardı. Sayımız azdı, silahımız kıt. Rus askerleri dalga dalga geliyordu kuzeyden. Sayıları çoktu, silahları çok. İnsaftan gayrı herşeyleri çoktu. Savaştık onyıllarca ve kahramanca.
Önce dağın öte tarafındakilerimiz pes etti, direnişin en önde gelenlerinden Şeyh Şamil 1959’de Ruslara teslim oldu. Ama dağın beri tarafında olanlarımız, Şamil’in neden “yeter” dediğini anlayamadan devam etti savaşa. İngiltere ve Osmanlı başkentlerine heyetler gönderdik, destek versinler diye. Gururumuzu okşadılar güzel sözlerle, elimiz boş geri gönderdiler. Ama biz yılmadık. Bir yıl daha, üç yıl daha, beş yıl daha. Taa ki, Adigeler, Abhazlar/Abazalar ve Ubıhlar’dan oluşan ortak direniş gücümüz, 21 Mayıs 1864’de, bugünkü Soçi’nin yamacında kırılana dek. Rusya zaferini törenle ilan etti. Eh artık yenilmiştik, durmalıydık. Ama yapamadık, kan tutmuştu sanki, isyanımız Abhazya sınırlarında devam etti; 1866’da yeniden silaha sarıldık, yetmedi, 1877’de bir daha…
Daha önce de savaşlar görmüştük, kıtlıklar, salgınlar, afetler… Tüm toplumlar gibi, düşe kalka yol almıştık tarihin aynasında. Kendi küçük coğrafyamızdaki iktidar çatışmaları bir yana, tarih boyunca büyük istilacılara (Roma, Bizans, Pers, Moğol, Arap, Osmanlı…) karşı direnmiştik. Savaşmıştık hep. Savaştı bu, geçerdi. Ana(vatanı)mızın koynuna sığınır, yaralarımızı sarardık. Acılar küllenir, kayıplar filizlenirdi. Hep böyle olmuştu. Hep böyle olacak sandık. Ama bu kez başkaydı. Bu kez yenilginin bedeli kaldıramayacağımız kadar ağırdı; anavatının şefkatinden mahrum edilmekti, sürgündü. Kafkasya’daki yurtlarımızdan sökülüp Osmanlı’nın küçülmeye yüz tutmuş büyük coğrafyasına (Balkanlar’dan Anadolu’ya, Ortadoğu’dan Kuzey Afrika’ya kadar) savrulduk. Hiç bu kadar yenilmemiştik. Hiç bu kadar çaresiz kalmamıştık…
Rusya kazanmış, biz kaybetmiştik. Ferman yazılmıştı: Sürgün.
Rusya Kafkasya’yı bizsiz istiyordu, Osmanlı’nın ise nüfusumuza ihtiyacı vardı. Her iki taraf da muradına erdi. Onbinlercemizi, yüzbinlercemizi Tuapse, Soçi, Sohum limanlarına toplayıp Osmanlı’nın köhne gemilerine yüklediler. Çarın gazabından Sultanın insafına doğru yol aldık. Balkan kıyılarına, Anadolu kıyılarına, Ege ve Akdeniz havzalarına taşındık. Adige ve Abhaz/Abaza nüfusumuzun yüzde 70’i, Ubıh nüfusumuzun ise tamamı sürgün edildi. Osetler, Çeçenler, Balkarlar, Karaçaylar, Avarlar ve diğer halklardan da onbinlerce sürgün verdik. Sürülenlerimizin sayısı 1,5 milyondan fazlaydı.
Dalga dalga sürüldük. Öncesi de vardı elbet (1810, 1821, 1824, 1830,1837, 1841, 1855 ayaklanmaları ve sürgünler), ancak en büyük toplu sürgünler, son ortak direnişimizin kırıldığı 21 Mayıs 1864’den ve Abhazya’da 1866-67 ve 1877-78 başkaldırılarımızın bastırılmasından sonra oldu. Sohum’dan Tuapse’ye kadarki koca bölge neredeyse insansız bırakıldı.
Yenilgimizin ve sürgünümüzün simgesi olarak, ortak direnişimizin kırıldığı ve Rusya’nın zafer töreni yaptığı 21 Mayıs 1864 tarihini bilincimize kazıdık. 21 Mayıs bizim için yastır, öfkedir, hatırlamaktır ve derstir. Geçmişi unutmadan, gelecek için mücadele etmektir.
150 yıl geçti. Çarlık Rusyası’nın insafsız iştahına neden ve nasıl yem olduğumuzu, bu yakıcı ateşe nasıl düştüğümüzü hala tam olarak bilemeyiz. İngilizler ve Osmanlılar mı itmişti bizi, yoksa kendi irademizle mi atlamıştık? İngilizlerin jeostratejik planlarına mı, Osmanlıların nüfuz oyunlarına mı, feodal beylerimizin ve dini liderlerimizin hırslarına mı, yoksa özgürlük-bağımsızlık tutkumuzun pohpohladığı hesapsız özgüvenimize mi kurban olmuştuk? Hala bunu öğrenmenin ve anlamanın peşindeyiz…
150 yıl geçti. Kabaca, beş-altı kuşak. İlk kuşağımız anayurda geri dönme umudu ile yeni yurda tutunma arafında bocaladı, pekçoğumuz getirebildiğimiz az miktardaki özel eşya denklerini “geri döneceğiz nasılsa” beklentisiyle yıllarca açmadı.
Tarihe seslendik: Bizi buralarda unutma! Oysa tarih bizi buralarda unutmuştu. İkinci kuşağımız Osmanlı’nın yıkılma ateşinde kavruldu; Doğu Cephesi, Batı Cephesi, Güney Cephesi, Çanakkale… Yeni yurtta çok canlar verdik, can verdikçe buralı olduk. Üçüncü kuşağımız, Kurtuluş Savaşı’na ve cumhuriyetin kuruluşuna “bir yurt kaybedenin yeni bir yurt kazanması” heyecanıyla katıldı, biraz daha buralı olduk. Dördüncü-beşinci kuşağımızın üzerinden Türkleştirme politikaları geçti, iyice buralı olduk. Şimdi, yeniden kendini arayan bir kuşağımız var. Umudumuz var.
Her ne kadar Türkiye’nin siyasi ve dini ideolojilerinin gölgesinde ruhumuz biraz solmuş ve bilincimiz biraz örselenmişse de, her ne kadar hala coğrafyamıza hükmeden Rusya’ya öfkemiz ve güvensizliğimiz devam etse de ve her ne kadar bugünkü Rusya yönetiminin otoriterliği caydırıcı olsa da, umudumuz var. 150 yıl sonra, yavaş yavaş yüzümüzü Kafkasya’ya dönmeye başladık. Biz buralara sürülürken her ne pahasına anavatanda kalmış, direnmiş, tutunmuş ve olağanüstü mücadeleler vererek yurtlarımızı sahiplenmiş, orada hayatı yeniden kurmuş, ihya etmiş ve bayraklarımızı dalgalandırmış kardeşlerimizle kucaklaşmaya başladık. Umudumuz var. Yavaş yavaş anavatana dönüp yeni hayatlar kurmaya başladık. 150 yıldır bizi yok sayan tarih, şimdi göz kırpıyor. Tarih bizi hatırladıkça, biz tarihimizi hatırladıkça, umudumuz var... (SB/HK)
Çizim: Faruk Kutlu