21 Mayıs bana der ki, sen Kafkasyalısın, sen Çerkessin, sen Abhazsın; sen acımasız bir savaşın kırdığı ve trajik bir sürgünün Anadolu'ya savurduğu bir halkın ferdisin; sen parçalanmış bir toplumun zerresisin, doğal yatağından saptırılmış bir nehrin damlası. Ve 21 Mayıs der ki bana, işte geçmişin bu, bugünün gerçekliğini de üstüne ekleyip bir gelecek inşa et...
Evet, 21 Mayıs sayesinde keşfederim kendimi ve ait olduğum toplumu. Şimdi İstanbul'un Anadoluhisarı'na demirlemiş olan hayatımın, binlerce yıl önce Kafkas dağlarının Karadeniz'e inen eteklerinde yakılmış bir ateşin kıvılcımı olduğunu, 21 Mayıs söyler bana. Belki Dal-Tsabal yamacında, belki Soçi-Gagra sahilinde... Lıhnı'da, ya da Eşera'da...
İllaki Abhazya'nın koynunda tohumlanmış binlerce yıllık bir hayat zincirinin halkası olduğumu, 21 Mayıs söyler bana. Büyük bir yıkımın ardından salaş bir tekneyle Karadeniz'i aşıp Kefken'e, oradan da Hendek'in Kalayık köyüne ulaşabilen büyük büyük dedem Şervan'dan büyük dedem Yusuf'a, Çanakkale'de meçhul asker safında yatan dedem Hurşit'den baban Fazıl'a ve bana kadar uzanan Anadolu'daki soyağacımın Kafkasya'daki asıl soyağacımın küçük bir eklentisi olduğunu, 21 Mayıs söyler bana. 21 Mayıs bana, binlerce yıl öncesinden bugüne uzanan bir zincirin halkası olduğumu söyler. Ve, bu halkayı ileriye taşıma görevi yükler bana.
Bunları duymam, bunları öğrenmem yıllarımı aldı. Hendek'in Kalayık köyünde hayata kanat çırpmaya başladığımda, ne yazık ki bunları öğretecek bir rehberim yoktu. Bu köy mahallelere ayrılmış büyük bir Abhaz köyü. Bizimkisine Batmahalle denir. Küçük bir dere yatağından başlayıp hafif bir yamaca doğru yükselir.
Mahalleyi, kışın bataklığa dönüşen toprak bir yol ayırır. Sağ tarafta Ahaa, Müfüdaa, Humsuçaa, Cugriyaa, Geldımaa, Albataa, Gosaa, Calkanaa gibi farklı sülalelerden aileler yaşardı. Solda ise benim ait olduğum sülalenin (Papaa'ların) evleri vardı ve buraya Papaa-rha (Papaa'ların tepesi-yamacı) denirdi. Bu köyün sakinlerine vadettiği çok şey yoktu; her biri bir avuç toprağa sıkışmış, biraz tarım, biraz hayvancılık üzerine kurulu zor hayatlardı. Kendi dilimizi konuşur, kendi geleneğimizi yaşardık. Köyümüz ve bize benzeyen diğer köylerden ibaret küçük bir dünyamız vardı.
Evet, Abhaz olduğumuzu bilir, kendimize 'Apsua' derdik. Evet, kendi dilimiz vardı, 'Apsüfa' derdik. Ve evet, kendi yaşam öğretimiz, tarzımız, felsefemiz vardı, 'Apsuara' derdik. 'Aleyfa-Akabza' derdik. Bütün bunları bilir, yaşardık da, gerçekte kim olduğumuzu, hangi tarihi süreçleri geçerek, nereden ve nasıl buralara geldiğimizi pek bilmezdik.
Fi tarihinde Kafkasya'dan kopup buralara sürüklenmiş olduğumuz söylencesinden gayri 'biz kimiz'i bilmeyen, bilincini kaybetmiş, hafızası sıfırlanmış bir koloni gibiydik. Sanki herkes, 'eskiyi ne kadar çabuk unutursak yeniye o kadar çabuk alışırız' anlaşması yapmıştı.
Evvel'e dair ne varsa silinsin isteniyordu. Bir şeyler hatırlayıp mırıldanmaya kalkışanlara da 'meczup' muamelesi çekilirdi. Tarihimizle ilintimiz, arada bir fısıldanan kadim öykülerin soyutluğundan ibaretti. 'Kafkasya', 'Abhazya', 'Sohum', 'Gagra' gibi adlar ise bu öykülerin 'dolgu malzemesi' olmaktan öte pek bir anlam taşımazdı. Velhasıl, geçmişimiz bir masaldı. Zaman geçtikçe silikleşen, sihri azalan, tadı kaybolan bir masal...
Koca köyümüzde (ve çevre köylerde) ana-baba kuşağımızda ilkokul aydınlığına bile ulaşabilenlerin sayısı birkaç kişiyle sınırlıydı. Nadiren daha ileri yürümeler ancak abi-abla kuşağımızda başlayabildi. Ne ki, bu memlekette aydınlanmak da bir paradokstu, hem de yıkıcı bir paradoks.
Aydınlandıkça küçük dünyalar yıkılırdı, bilinenler unutulurdu, köklerden kopulurdu. Aydınlandıkça kendi kimliğinden uzaklaşılır, başka kimliklere yamanılırdı. Hiç değilse bizim için böyle olmuştur.
Okullu olunca öğrendik ki(!) unutmaya bıraktığımız kendi öykümüzün zaten bir hükmü yoktur, defterle, kitapla tescillenmiş daha büyük(!) ve daha gerçekçi(!) başka bir öykünün parçasıyızdır. Anladık ki(!) 'Türk'tük, doğruyduk, çalışkandık. Orta Asya'dan Anadolu'ya bir kısrağın sırtında gelmiştik. Ceddimiz Oğuz Kağan'dır, öykücümüz Dede Korkut'...
Derler ki, geçmişini bilmeyenin dünyası gördüğü kadardır. Biz de geçmişimizi unutup, dünyayı bize gösterilenle görmeye başladık. Aydınlanma(!) arttıkça, yani ilkokuldan, ortaokula oradan da liseye yükseldikçe ve de köyden kasabaya oradan da kente yürüdükçe, kendi küçük öykümüz iyice silindi, diğer öykünün istilacı gücüne teslim olduk.
Bunun da geçici bir hal olduğunu üniversite yıllarında anladık. Anladık ki(!), tüm dünyayı yeniden şekilleyken çok daha büyük, çok daha güçlü öyküler vardı. Diyalektik gibi, sosyalizm ve enternasyonalizm gibi... Eski öyküler hükümsüzdü...
Büyük kent her derde devadır. Her şeyi yeniden ve yeniden keşfedersiniz. Daha büyük öykülere sürüklenirken kendi küçük öykünüze de yeniden meraklanırsınız. Dernekler kurulur, arada bir uğrar eskinizle halhamur olmaya çabalarsınız.
Ne ki, en büyük öykünün kanadında uçmaya devam edersiniz. 60'lar, 70'ler, 80'ler böyle geçti. Peş peşe gelen dalgalarla sürüklendik. Çok yol aldık, çok... Az gittik uz gittik, 90'lara geldiğimizde bir de baktık ki en başa dönmüşüz. Büyük öykülerin gücü azalmış, yeniden kendi küçük ama sahici öykümüzü keşfe koyulmuşuz. Benim için 21 Mayıs, bu yeniden keşfin nirengisidir. 80'lerin sonunda filizlenip 1991'de Sohum'un eski limanında boy gösteren bir yeniden keşif hali...
İlk kez Sohum'da, o koca okaliptüslerle ebedileşen 'Muhaceret Parkı'nda düzenlenen 21 Mayıs anmasına katılarak köklerime dokundum, 'ben kimim' sorusuna cevap buldum. Kendimin ve ait olduğum toplumun geçmişini öğrendim, dünyamın gördüğümden daha büyük, daha geniş ve daha derin olduğunu kavradım. İşte bu yüzden, benim için 21 Mayıs kendi kendine meydan okumadır. Hafıza kaybına, bilinç kaybına meydan okuyup kendi köklerime tutunma ve kimliğine sarılmadır. Kendi gerçekliğini keşfetmedir...
• • •
Benim için 21 Mayıs, geçmişi unutmadan geleceği düşünme iradesidir. Nasıl bir geçmişim olduğunu öğrendikçe, nasıl bir gelecek öngörebileceğimi de daha iyi bilirim. Bunu ne kadar iyi bilirsem varoluş şansımı o kadar artırırım. Bu, kendim için de ait olduğum toplum için de böyledir...
Evet, çok kıyımlar yaşamış ve çok acılar çekmişizdir. Evet, köklerimizden koparılmışızdır, sürülmüşüzdür, haklarımız gasp edilmiştir. Şimdi, geçmişimize dair öğrendiğimiz bu her şeyi bugünün geçerli her şeyiyle ve geleceğin olası herşeyiyle birleştirip harç yapmak ve bu harçla varoluşumuzu inşa etmek durumundayız.
Geçmiş-bugün-gelecek... Bu üç malzemeyi (parametreyi) ne kadar doğru ve kararında kullanırsak harç o kadar kaliteli ve sağlam olacak. Birinden birini ihmal edersek, ya da birinden birini abartırsak inşaatımız (paradigmamız) kendini taşıyamaz olacaktır.
Tüm bu öğrenme-keşfetme sürecinin bana söylediği şudur: Geçmiş unutulamaz, reddedilemez, yok edilemez. Ama geçmişe hapis olunarak da gelecek yaratılamaz. Bu yüzden, benim 21 Mayıs'ım geçmişe saplanma hevesi değil, gelecek inşa vesilesidir.
Benim 21 Mayıs'ım, diasporadaki benle ve anavatandaki kardeşimi birbirine yakınlaştırır, gelecek birliğine yöneltir. Diasporadaki bana, kimliğime tutunma ve yüzümü anavatana dönme bilinci yükler.
Anavatandaki kardeşime ise, kimliğini yüceltme ve yanı başında bana yer açma bilinci. Bu sarmal bilinci ne kadar yükseltirsek, birlik olma kabiliyetimizi ne kadar güçlendirirsek bir gelecek yaratabiliriz. Ve bu geleceği, elbette kendi kaynağımızda yaratabiliriz.
Böyle bakınca, önceliğimin geçmiş üzerinden kavga etmek değil, gelecek için alan genişletmek olduğunu daha iyi anlarım. Benim 21 Mayıs'ım, geçmiş uğruna gelecek feda etmek değildir. Geçmiş üzerinden gelecek kurmaktır...
Benim 21 Mayıs'ım, geçmişin düşmanlıklarını kutsama töreni değil, geleceğin mümkünatını var etme iradesidir. Velhasıl, geçmişe lanet değil geleceğe umuttur. Umudu yükseltmenin yolu da 'makus talih' yakınmasıyla ya da infialiyle sürgünü mutlaklaştırmak değil, dönüşü bayraklaştırmaktır.
Her yıl olduğu gibi, bu yılın 21 Mayıs'ında da geçmiş için kederlenip gelecek için umutlanacağım... (SB / HA)