Sevmeyi çok sevip de, iş kahır çekmeye geldiğinde vınnn diye tüymeyi seçen bir nesildik biz. Aşkı filmlerde, kitaplarda, şarkılarda sevdik. Tıpkı bir sureti sever gibi. Hiç pisliği yok tabii. Temiz iş, bittiğinde olay mahallini terk edersin. Çok çok etkisi sürer biraz belki. Durağa gelip indiğinizde, zil çalıp da derse girdiğinizde, ofisteki masanızda yerinizi kaptığınızda, sofraya oturup yemekten bir lokma aldığınızda, iki tek attığınızda, yahut alelacele bir sevişmeden sonra geçer. Hiçbiri değilse, uyuyup uyandığınızda geçer ve steril hayatınızın suret-i mutluluğuyla yaşamaya kaldığınız yerden devam edersiniz.
Asla bizim suçumuz değildi aslında. Bize sevmeyi yanlış öğretmişlerdi. Biraz da biz kendi yorumumuzu katıp kendi mealimizi yaratmıştık. Ondandı hep, yeryüzündeki insan sayısı kadar farklı sevme biçimi vardı. En iyi ihtimalle bulacağımız, kendimizinkine en yakın olanıydı. Yolumuz uzun ve dikenli tellerle doluydu. Belli ki daha gidecek çok yolumuz, çekilecek çok çilemiz vardı. Yanlış istasyonlarda inip, yanlış gemilerin ardından el sallayacaktık daha. Birilerinin omzunu yanlış anlarda dürtükleyecektik “kalk, geldik” diye. Kim bilir belki de bazen usulca uzanıp yanına yatmak varken doğru insanların, “kalk, yerine yat” diye en tatlı uykularından uyandıracaktık bilmeden.
Aslında biz de istemezdik aynı kulübün kaybedenleri olmayı da, vazgeçmiştik işte bir noktada, bir şey gelmezdi elden.. Kahır Mektubu’nun yirmi dokuz dakika yirmi dokuz saniye sürdüğünü öğrendiğimizden beridir soluğu “seni uzaktan sevmek aşkların en güzeli”nde alır olmuştuk. Yetişmemiz gerekirken durmaksızın bir yerlere aceleyle, hele ki kaçırmamak için debelerken kendimizi vapuru bir dakikayla, kim sevecekti sevmek bir ömür ve sevişmek bir dakika sürerken.. Gülten Akın iyi demişti, “Ah, kimselerin vakti yok durup ince şeyleri anlamaya” diye.
Bir kısmımız hiç anlamamıştı ya, bir kısmımız da yanlış anlamıştı sevmeyi işte. Astigmat kalplerimiz yakına girmeye çekinir olmuştu. Yakınlar uzak, uzaklar daha da uzakken iyiydi. Yakın mesafe bozardı bizi.
Bir fetişizm haline büründürmüştük el yordamıyla aşkın kendisini. Hiçbir konuda uzlaşamasak da vardı buluştuğumuz tek tük ortak payda. Ah Muhsin Ünlü’nün de dediği gibi, aşkın, “Bir topluluğun fotoğraf çekildikten sonra dağıldığı an” olduğu konusunda hemfikirdik hepimiz. Zaten acelemiz de yok muydu? Kim uğraşacaktı tanımakla, alışmakla, avuç içlerinin kokusunu özlemekle? Sonunda hepimizin kaderi aynıydı. Biraz yontulmuşlar, “Aysel git başımdan ben sana göre değilim” diyecekti; saf öküzler, “sorun sende değil, bende”. Böyle böyle, gel zaman git zaman yetinir olmayı öğrendik fotoğrafın yahut acının kendisiyle.
Sahi, sevmiş miydik gerçekten birini yoksa duvardaki fotoğraflarla avunur mu olmuştu ne vakittir gönlümüz? Kusursuz aşktı birinin varlığındansa yokluğunu sevmek. Herkes sığardı değersiz hayatımıza da, en değerlimize yer kalmazdı. Herkes taht kurardı kalbimizin en güzel yerinde de, O’nun payına ayakta gitmek düşerdi nedense. Direksiyon bizde olursa hakimiyetimizi kaybetmeyiz sanırdık. Öyle ya, küçükken az mı çekmişti kulağımızı annemiz. Yaşadıklarımızdan öğrendiğimiz bir şey varsa, o da yaralanmamak adına vazgeçmeliydi insan bazen en tatlı oyunlardan bile. Düşüp dizini kanatırsan üstüne bir de dayak yerdin çünkü. Öyleyse kâfiydi, her gece resmini öper de yatardık, ne çıkardı..
Sevmenin bu biçimi makbul sandık. Zaten bir kadın bir erkeği, bir erkek bir kadını “bu biçim” sevmişti bir kere. Bizden geçmişti aşk işte..
Belki hiçbiri, belki de hepsiydi. Belki hepsi yalnızca birer bahaneden ibaretti.
Yeşilçam filmleriyle büyüyen nesildik. Çok sevenlerin sonunun ince hastalığa tutulduğunu sanmamız bundandı. Bal gibi de korkar olmuştuk bir insanı gerçekten sevmeye. Hele bir de yoğurttan yandıysa dilimiz, süt bile içemezdik artık.
Hayat sevince güzeldiyse de, acıya aşina olmaya ne gerek vardı şimdi? Acılara tutunmak yerine anılara tutunmak yeğ idi yazmaya aşık Kafka gibi. “Sevmeyi beceremiyorum” demek yerine, “yanımda yürüyordun Milena. Düşünsene, yanımda yürümüştün.” demek daha afili gelirdi kulağa hem. Ha Kafka’nın mektubun alıcısına duyduğu aşk, ha boyacı Halil’in köşkün sahibinin kızı Meral’in duvarda asılı duran resmine olan aşkı..
Bulup yitirmektense güzel oyuncağı, ebediyen sahip olmaya çalışırdı bencil insanoğlu. Bu aşk kimseyle kimse arasında değildi, arzu nesnesiyle arzulayan kimse arasındaki bir şeydi sadece. Mesele her zaman “bizden” ibaretti dolayısıyla. Ne hakla araya girmeye kalkışırdı birileri kendini sevginin sahibi sanıp da..
Türk sinemasının kült filmlerinden “Sevmek Zamanı”nda (1965) ne güzel de özetlemişti Metin Erksan her şeyi:
- Meral: “Resmimin yerine ben seveceğim seni. Artık ben varım.”
- Halil: “Hayır hayır. İstemiyorum seni. Benim dünyama girmeye kalkma. Merhametsizce yıkarsın onu. Resmin benim kendimden bir parça. Bırak ben onu seveyim. Sen sevmek isteme beni, senin ellerini tutmak istemiyorum. Sonra çekersin o ellerini benden. Ben resmine aşığım, ölünceye kadar da onu seveceğim.”
* Başlık Güllü'nün "Ödüm Kopuyor" şarkısından bir cümle.