Doksanlı yıllarda bölgede yaşanan olayları -sokak ortasında sürüklenen parçalanmış cesetleri, uykusundan uyanmayıp da ölen çocukları- unutmaya çalıştığımız bir dönemde, çatışmaların yeniden alevlenmesi, zaten sağlıklı olmayan ruh halimizi daha da sağlıksız hale getirdiği, uykusuz gecelerde üstümüze çöken kabuslardan anlaşılıyor olsa gerek.
O HAL'den korumaya çalıştığımız kırılmış duygularımızın yeni bir hal almaya başladığından habersiz gibi görünmek istememizin bir nedeni de gördüğümüz rüyayı yorumlamak istemediğimizdendir.
Bundan emin olduğum kadar sizlerin de bundan emin olduğundan eminim. Yıllarca "etle tırnak gibi içice giren" bizler -halklar- karşılıklı besleyip büyüttüğümüz korkulardan "düpedüz delilik" ya da "aşırı endişe veya korkuyla karakterize edilen, sıkça mantıksız kuruntularla bilinen bir rahatsızlık" anlamına gelen paranoyayı kendi halimize çevirdik.
İşte OHAL'den bu hale dönüşen halimizden, delirme durumlarında kuruntuların üst üste yığılıp bizleri içine hapsettiği bir döneme girdiğimiz pekâlâ söylenebilir. Lakin yanı başımızda ya da alnımızın ortasında patlamaya hazır bombalar dururken, içimize düşen savaşın boynumuza vurması ve etle tırnağımızı birbirinden koparması yorumlamaktan kaçındığımız ve hiçbir düşüncenin katılmadığı rüyanın kendisi kadar nesnel olduğunu da gözardı edecek değiliz.
Görünen köyün yakıldığı, kılavuzların göç ettiği Türkiye'de bir iç savaşa doğru sürüklendiğimizi, üzerimize çöken kabuslar kadar sahici olduğunu görebiliyoruz. Başka bir deyişle "görünen köy kılavuz istemez" artık... Ve işte kabusum...
Sakin geçen bir gecenin sabahındayım. Pencereye doğru eğiliyorum. Daracık sokakta koşuşturan insanlar tedirgin ediyor beni. Simsiyah dumanlar kara bir çarşaf gibi çökmüş koca kentin üstüne. Dışarıda kurşun seslerine kayan naralar evimin her köşesini parçalamaya başlıyor ansızın. Sağa sola koşturuyorum. Çelikten kapım balyozlarla dövülüyor. "Aman Allahım, neler oluyor dışarıda" demeye kalmadan, kilidi az önce kırılan kapımdan komşum içeri dalıyor sabırsızca. Üzerime çullanıyor. Neler olduğuna anlam veremeden elindeki silahı kafama dayıyor. Seçilmiş küfürler tane tane kulaklarıma gönderiliyor. Kızımın gözlerinin içine bakamıyorum. Evde bağırışlar haykırışlar birbirine karışıyor.
Uykudan yeni kalkmış mahmurlu gözleriyle gözlerimin içine bakıyor. İçimden, kaçmasını, o küçücük, daha bir buçuk yıllık canını kurtarmasını istiyorum. Kurtarabilsem bedenimi onca ağırlığın altından, bedenimle üzerine siper olacağım kızımın ama yok, çaresizim. Bağırabildiğim kadar bağırıyorum, aman diliyorum beraber oturup sohbetler ettiğim, sıcak çaylar içtiğim, hırsızı beraber kovaladığım ve hatta asansörde beraber mahsur kaldığım komşumdan. Ahdetmiş öldürecekmiş beni hem de çocuğumun gözlerinin önünde. Eşim, umudun bittiği noktada yetişip kızımın kolundan tutuyor ve nihayet odaya kaçırıyor. Sadece Kürtlerin ya da sadece Türklerin oturduğu bir mahallenin olmadığı bu kentin insanları birbirini avlamaya çıkmışlar, sabahın köründe. Şimdi anlayabiliyorum. Bir iç savaşın içerisindeymişim... Alnıma dayanmış namlunun soğukluğu gözlerimden akan yaşlara yansıyor. Susuyorum. Bacaklarımı saran titremeler alnımı daha da bastırıyor arpacık kısmına. Yine de susuyorum. Belki bu sefer basılmaz tetiğe diye...
Dışarıda bağırma inleme sesleri yeniden yükseliyor. Sokaklar kan revan içerisinde. Kaçışan anneler ve çocuklar... Peşlerinde mermi sallayan, bıçak sallayan kan ter içinde kalmış insanlar... Dumanlar kaplamış koca kenti. Mahalleler yanıyor, sokaklar ve insanlar... Silahlı-silahsız, zengin-yoksul, güzel-çirkin; yaşlı kadınlar, erkekler ve çocuklar hepsi bir bir ölüyor, kimin Türk, kimin Kürt olduğu bilinmeden... Ekmek fırınları, ilaç depoları, hastanelerin acil servisleri bir bir yanıyor, yarası ağır olanlarla birlikte.
Direncim namlunun ucunda sallanıp duruyor şimdi. Kıpırdadıkça alnım sızlıyor. Akan terler namlunun ucunu ıslatıyor şimdi. Nefesim gidip geliyor şimdilik. Damarlarımda gezinen kanlar dışarı fırlayacak gibi. Gözlerimi tavana dikiyorum. Masmavi gökyüzünü andıran tavan sonsuzluk oluyor oracıkta fırlamak üzere olan gözlerimde. Yine de susuyorum. Belki bu sefer basılmaz tetiğe diye...
"Çocuklarımı bana bağışlayın n'olursunuz, vurmayın, kıymayın onlara" diye bağıran bir annenin sesi duvardan duvara sekerek kulaklarıma batıyor. Son bir bağırış ve kurşun sesiyle sonsuzluğa kesiliyor. Sonrasında Türkçe ve Kürtçe haykırışlar... Üst üste atılan ve birbirine karışan cesetler... Yanmış et kokuları kapımın kırılmış deliğinden içeri üşüşüyor.
Titreyen bacaklarım daha fazla taşıyamıyor kanların donduğu bedenimi. Dizlerimin üstüne düşüyorum. Alnımı kazıyan namlunun ucundan bir damla kan usulca kayıveriyor tavana diktiğim gözlerime. Burnumdan akan yapışkan sıvıları kuruyan boğazıma salıyorum. Genzim yanıyor. Kalbim, içinde serçe kuşu varmış gibi pır pır atıyor. Pompalanan kan beynimi patlatacak gibi. Yine de susuyorum. Belki bu sefer basılmaz tetiğe diye...
Genç kızların dişlenmiş çıplak bedenlerinden taze kanlar süzülüyor isli yerlere. Azgın azgın kendi vücutlarına bıçaklar saplayan gençlerin ağızlarından salyalar akıyor sokağın kanlı taşlarına. Yakılmış, ters döndürülmüş arabaların alarm sesleri kara dumanlarla birlikte göğe kadar yükseliyor. Bastonunun üzerine abanan yaşlı teyzenin her iki bacağı da ezilmiş, kemikleri dışarı fırlamış, ak saçları koşuşturan insan kalabalığının ayakları altında kanlanmış ve öylece kalakalmış cansız ve soğuk.
Üşüyorum. Dizkapaklarım yere çakılı kalmış. Kıpırdayamıyorum. Kafamı uyuşturan namlunun metalimsi kokusu burnumun içinde fokurdayan kanın pas kokusuna ilişiyor. Kilitli odada kalan eşimin ve kızımın bağırışlarını algılamıyor artık kulaklarım. Kanlanmış gözlerimle seslerini dinliyorum. Komşumun gerilmiş yüzüne çeviriyorum yüzümü. Dilim dişlerimin arasına sıkışıp kalmış oynatamıyorum. Altıma kaçırıyorum, sırılsıklam oluyorum. Yine de susuyorum. Belki bu sefer basılmaz tetiğe diye...
Savaş gittikçe daha da kanlanıyor ve yayılıyor her apartmanın merdiven boşluğuna. Yanan evlerden aşağıya atlayanlar bir bir yapışıp kalıyor kan gölüne dönmüş kaldırım taşlarına. Patlama sesleri ve o seslerde sesleri kesilen insan seli.. Çöp bidonlarının arkasında saklanan kadınlar ve çocuklar, duvar diplerine yüzüstü serilen kocalar... Geriye kalanlar aç ve susuz. Bebekler bir bir ölüyor, kimisi açlıktan kimisi dumandan, kimisi de izdihamdan. Kurşunlar evimin bütün camlarımı indiriyor, duvarlarını yıkıyor ve toz duman arasında kalıyor bedenim.
Komşumun gözlerinin içine bakıyorum yeniden. Tabancanın tetiği üzerinde duran parmağı titremeye başlıyor, gözleri gözlerimin içindeyken. Tek adım geri çekiliyor. Dizlerini kavrayan ellerim aşağı düşüyor. Alnım şimdi daha iyi kavrıyor namluyu. Yine de susuyorum. Belki bu sefer basılmaz tetiğe diye... Önce derin bir uğultu oluşuyor kafamın içerisinde. Sonra bir sıcaklık düşüyor namludan alnımın ortasına. Büyük bir gürültüyle geri tepiyor silah. Alnımı delip ensemden çıkan kurşun duvara saplanıyor. Gözlerimi tavana dikiyorum. Masmavi gökyüzünü andıran tavan sonsuzluk oluyor oracıkta ve fırlıyor iki gözüm. Beynim kıyma gibi saçılıyor ortalığa. Kanlar omuzlarımdan aşağı süzülüyor. Derin uğultudan başka tüm sesler kesiliyor kulaklarımda. Gözlerimdeki ışık sönüyor. Dizlerim yavaş yavaş çözülüyor. Yüreğimdeki kuşun kanatları susuyor. Barut kokusu ciğerlerimi patlatıyor.
Ve gök gürlemesiyle sırılsıklam olan yatağımdan fırlıyorum. Kızımı dakikalarca kokluyorum. Cama doğru koşuyorum. Kent ışıkları, harıl harıl yağan yağmurlara rağmen her zamankinden daha berrak ve canlı duruyor. Pencereden kafamı dışarı salıyorum. Derin bir nefes çekiyorum az önce yaktığım sigaradan. Her yanım titriyor. Bu nasıl bir kabustu Allahım! (EC/TK)