Yıl 1994.
Kürt illerinde gözaltında kayıplar, faili meçhuller, köy boşaltıp yakmaların yıllarıydı. Siyasi arenada Demokrasi Partisi’nin (DEP) yalnız kaldığı ve ağır saldırı altında olduğu yıllardı. Feminist hareketten ve insan hakları mücadelesinden birbirini tanıyan bir grup kadındık. Neredeyse hepimiz sosyalist gelenekten geliyorduk ve çoğumuz üyesi olduğu eski sosyalist/komünist partileri, devrimci örgütleri benzer nedenlerle terk etmiştik.
Savaşa, yükselen Kürt düşmanlığına, ırkçılığa, milliyetçiliğe karşı isyanımız, toplumun Türk kesiminden bir ses yükselmesi için bir şeyler yapma isteğimiz bizi bir araya getirmişti. Feministler bir süredir zaten siyasi olarak son derece aktifti. Türkiye’de F tipi cezaevleri uygulamasının ilk işareti niteliğindeki 1 Ağustos 1989 genelgesi ve tutukluların Eskişehir cezaevine nakilleri sırasında iki kişinin ölmesi üzerine 9 Ağustos 1989 Çarşamba günü, siyahlar giyen kadınlar Cağaloğlu Meydanı’nda yere yatarak yolu bir süre trafiğe kapatmıştı.
Bir araya gelmemizde böyle bir canlı hareketlilik sergileyen feminist kadınlar önemli bir rol oynadı. Bir de İnsan Hakları Derneği (İHD) vardı. Meslek odaları ve sendikalar dışında sivil toplum diye bir şeyin olmadığı, var olanın da Kürt illerinde olan biteni hiç görmediği yıllarda İHD, özellikle Kürt illerindeki insan hakları ihlallerinin en yakın takipçisiydi. Derneğin yayınladığı raporlar o yıllarda Kürt sorununa ilişkin tarihe düşülen önemli kayıtlardı.
Neredeyse hepimiz Kürt olmayan kadınlardık. Bunun bir anlamı vardı. Dediğim gibi, Kürtlere yönelik baskılara karşı Türkler arasından birilerinin ayağa kalkmasını siyasetin de üstünde, ahlaki bir duruş olarak görüyorduk.
4 Eylül 1993’te Mardin DEP milletvekili Mehmet Sincar’ın faili meçhul cinayetleri araştırmak üzere gittiği Batman’da vurularak öldürülmesi, Kürtsen milletvekili bile olsan can güvenliğinin olmadığının en açık kanıtı ve hepimizi bir şeyler yapmaya iten bir milat olmuştu. Hemen ardından içimizden bir grup kadın DEP İstanbul il örgütünü ziyaret ederek, dayanışma amacıyla üye olduk.
Mehmet Sincar’ın cenazesi için Ankara’ya gelen otobüslerin aranması sırasında, nüfus cüzdanlarına bakılıp Kürt olanların polis tarafından otobüslerden indirilmesi ve Kürtlere yönelik çok çeşitli, salt Kürt olmalarından kaynaklı benzeri ayrımcılık örneklerine duyduğumuz isyanla 9 Mart 1994’te Cumhuriyet gazetesine (o yıllarda Cumhuriyet hâlâ muhalif kimliğini bir ölçüde sürdürüyordu) bir ilan verdik. “Biz Kürt olmayan kadınlar, nüfus kağıtlarımızın bize verdiği ayrıcalıktan utanç duyuyoruz.” Bir gecede, evlerimize gelen telefonlarla 104 imza toplandı. Ne yazık ki o ilanı saklamamışım, altındaki imzaları burada paylaşamıyorum.
Semra Somersan önerdi: Arkadaşıma Dokunma!
O ilan vesilesiyle kurulan ağ gelişti, cep telefonlarının olmadığı o dönemde ev ve işyerlerimizin telefonlarından haberleşerek o hafta neresi uygunsa, nereyi bulursak orada toplanmaya başladık. Kimler miydik? Aklımda kalanları yazmak istiyor, hatırlayamadığım, bu yüzden adını anamadıklarımdan özür diliyor, isimleri alfabetik sıraya koyuyor ve bu vesileyle çok azını hâlâ seyrek de olsa gördüğüm, bir bölümünü hiç göremediğim, aralarında kaybettiğimiz, bu dünyaya ender gelecek insanlardan Neşe Ozan’ın da bulunduğu arkadaşlarıma bu satırlardan, o günleri hatırlayıp burnumun direği sızlayarak selam gönderiyorum: Beril Eyüboğlu, Esra Koç, Fethiye Çetin, Filiz Karakuş, Filiz Koçali, Gönül Morgül, Gülgün Efendioğlu, Gülnur Savran, Minu İnkaya, Nadire Mater, Nazmiye Güçlü, Neşe Ozan, Nuran Ağan, Nurten Tuç, Oya Coşkun, Semra Somersan, Sonat Zelyut, Yelda.
Bu toplantılarından birinde artık bir ismimiz olsun dedik. O toplantıyı gayet net hatırlıyorum. Galiba Makina Mühendisleri Odası’nın toplantı odalarından biriydi. Geniş bir yerdi, yine yuvarlak oturmuştuk. Önerilen isimler dönmeye başladı. Semra Somersan’ın önerisi ise hemen, istisnasız hepimiz tarafından kabul gördü: “Arkadaşıma Dokunma”.
Bu, Fransa’da 1984-85 yıllarında aktif olan ırkçılık karşıtı SOS Racisme hareketine ait, daha sonra Belçika, Hollanda, Danimarka ve Almanya’ya yayılan “Touche pas a mon pote!” sloganıydı; yani Arkadaşıma Dokunma!
İlk işimiz, beyaz zemin üzerine, siyah, “dur” diyen ve içinde Arkadaşıma Dokunma yazan bir elin bulunduğu rozetlerimizi bastırmak oldu. Her fırsatta sepet içinde insanlara dağıtmak dışında, hepimiz çantalarımıza, yakalarımıza taktık.
Kayıt tutma, arşiv oluşturma konusundaki beceriksizliğim nedeniyle elimde kitap fuarı için hazırladığımız, üzerinde Türkçenin dışında çeşitli dillerde Arkadaşıma Dokunma yazan kitap ayraçları, hangi yıla ait olduğunu yazmayı unuttuğumuz tek yapraklık bir takvim dışında hiçbir şey bulamadım dosyalarım arasında.
Kampanya bizim bile beklemediğimiz bir yaygınlığa ulaştı. Bunda önce Express, ardından Leman dergilerinin sağladığı desteğin ve sayfalarını kampanyaya açmalarının büyük rolü oldu. Dergilerin sayfalarına hiç tanımadığımız kişilerden, temasımız olmayan çevrelerden mesajlar yağmaya başladı. İnsanlar “Arkadaşım Dokunma” sözünün kendilerine ne düşündürdüğünü, bu sözün onlarda uyandırdığı duyguları yazmaya başladı.
“Rosan’ı görmek istiyorum, Rosan’a dokunma!”
Express dergisine ilk mesaj gönderen Arkadaşıma Dokunma grubu bireylerinden birkaçının sözlerini, eski bilgisayarımdaki dosyalardan bulmuş ve daha önce şimdi hatırlamadığım bir araştırmacının isteği üzerine onunla paylaşmıştım:
“Ermeni iş arkadaşım sevgili Aramis’e, şu anda yaşayıp yaşamadıklarını bilemediğim, taze fasulye yemeyerek, gündüzleri uyumayarak çileden çıkardığım Rum bakıcım Madam Eleni’ye, beş yaşımın Tarlabaşı’sında bana hep badem şekeri veren, kocası itfaiyesi olan Madam Proso’ya, sarışınım diye beni her teneffüs döven sınıf arkadaşım Kürt Mahmut’a dokunulmasını istemiyorum.” Yelda
“Ceren beş yaşında. Kuaförde annesini beklerken bir yandan da kadınların konuşmalarını dinliyordu. Kadınlar, ölen askerlerin annelerinin nasıl ağladıklarını anlatıyordu. Ceren annesine dönüp ‘Anneciğim, peki ölen teröristlerin anneleri ağlamıyor mu’ diye sordu. Kuafördeki bütün kadınlar ağladı.” Nazmiye Güçlü
“Şırnak bombalandığında Kumçatı’da çadırda ‘görüyorsunuz bize yaptıklarını, artık okula gitmek istemiyorum’ diyen Gurbet’i merak ediyorum. Onun da tüm çocuklar gibi, öteki Kürt çocuklarıyla birlikte kendi dilinde okumasını istiyorum. Gurbet’e dokunma! Maral, kızım Çiğdem’in arkadaşı. Lisede, Ermeni. Maral’ın üzülmesini istemiyorum. Maral’a dokunma! Batman uçağında tanıştığım asker Fahrettin’i merak ediyorum. Onun yüzünü gazetelerde görmek istemiyorum. Fahrettin’e dokunma! Arkadaşım Rum Frango’ya dokunuldu. O şimdi Yunanistan’da. En son Diyarbakır’da ayrılırken Rosan’a ‘görüşürüz’ dediğimde ‘o güne kadar ölmezsem’ dedi. Rosan’ı görmek istiyorum. Rosan’a dokunma!” Nadire Mater
Şimdi düşünüyorum da, geleneksel anlamda, formel örgütsüzlüğün o kendine özgü dinamizmi, bireyin özgür iradesiyle seçimini yapmaya izin vermesi, yaratıcı bir kendiliğindenliğe alan açması, belki de Türkiye’nin yakın tarihinde kamuoyunda yankı bulmuş ilk örgütsüz sivil inisiyatifi olmamıza yol açan bence önemli nedenlerinden biriydi.
1996 TÜYAP Kitap Fuarı’nda stand kurduğumuzu, rozetlerimizi, kitap ayraçlarımızı, broşürlerimizi sergilediğimizi ve bir defter açtığımızı hatırlıyorum. Standa gelenlerden bu deftere ne düşündüklerini yazmalarını istiyorduk. O deftere de ne oldu, bilmiyorum.
Ama yalnızca kitap fuarında değildik. Nerede toplanıldığını duysak gidiyor, duruma göre stand da açarak rozetlerimizi dağıtıyorduk. Konserler, paneller, eylem alanı olmuştu. Başta İzmir olmak üzere pek çok şehirde kadınlar Arkadaşıma Dokunma kampanyasını benimseyip çoğalttılar.
O günlerde Steven Spielberg’in Schlindler’in Listesi adlı filmi gösterime girmişti. Henüz yaşanan zulmü, ırkçılık ve ayrımcılık örneklerini Holokost’la eşitleme anlamına gelebilecek bir şekilde kıyaslama yapmanın, benzerlikler kurmanın Holokost kurbanlarının anısını inciteceği ve Holokost’un insan aklının kavrayamayacağı derecedeki dehşetini sıradanlaştıracağı bilincini kazanmadığımızdan, filmde gözyaşı döken izleyicilere kendi ülkemizdeki ırkçılığı anlatmak için bunun iyi bir fırsat olduğunu düşündük.
Beyoğlu Fitaş sinemasına gittik, müdüre derdimizi anlatıp izin aldık ve ara verildiğinde insanların arasına karıştık. İzleyiciler ağlamaktan şiş gözlerle sigara içerken yanlarına yaklaşıp yakalarına rozet takmak ve bugün hemen yanı başımızda yaşanan ırkçılık ve ayrımcılığa dikkat çekmek istediğimizi söyledik. Bize dehşet içinde baktılar ve sordular: “Türkiye’de ırkçılık mı var yani?” Sepetlerimizi toplayıp sinemadan hızla ayrıldık.
“Bu Kurtuluşçular arasında ne arıyorsun?”
Arkadaşıma Dokunma kadınlarından bir grup; Sonat Zelyut, Filiz Karakuş, Nimet Tanrıkulu, Filiz Koçali ve Esra Koç
Yaygınlaşıp, sokaktaki insana ulaştığında, Arkadaşıma Dokunma kampanyası da sokağa çıkmaya karar verdi. Bir broşür hazırlandı. Broşürü saklayan, elektronik formatta bana ulaştırarak buraya bölümler alabilmemi sağlayan Nadire Mater’e teşekkür ederim. Bir teşekkür de, arşivleme konusundaki titizliğine şahsen epeyce çok şey borçlu olduğum Yelda’ya. Cumhuriyet’in 29 Mart 1994 tarihli kupürünü bana elektronik formatta göndererek gazeteye verdiğimiz ilanın tarihini ve kaç kişinin imzaladığı bilgisini bianet okurlarıyla paylaşmamı sağlayandır.
Böylece, broşürü etkinlikler, kitap fuarları dışında, sokaklarda da dağıtma karar aldık ve gözaltıyla karşılaştık. Ortaköy meydanında broşürümüzü dağıtanlardan, dayanışma için bize katılan arkadaşımız Cihat Büyük, Filiz Koçali, Nadire Mater ve Sonat Zelyut polis tarafından gözaltına alınıp Terörle Mücadele’ye götürüldü. Saatlerce yüzler duvara dönük ayakta tutuldular ve sözlü tacize uğradılar. Sonunda yapılan girişimler sonucunda serbest bırakıldılar.
Ama her gözaltı gibi sonrasında gülecek çok şey bulduk. Diğer üç “şüpheli”nin Kurtuluş siyasetinden gelme olduğunu tabii ki bildiklerinden, bir sivil polisin Nadire Mater’e, sanki Dev Yol yetkililerinden biriymiş gibi, “senin bu Kurtuluşçular arasında ne işin var?” demesinin gözlerimizden yaş getirene kadar güldürdüğünü hatırlıyorum.
Broşürümüz Terörle Mücadele’de
Broşürümüzü sokakta ve her yerde dağıtabilmek için yayınevi ve matbaa adının bulunması gerekiyordu. Biz bir yayın değildik. Broşürlerden biri Pencere Yayınları imzalıydı.
Diğer broşür için Feminist Eksik Etek dergisinden izin istedik ve derginin özel sayısı olarak dağıtımını yaptık. Arkadaşlarımızın gözaltına alınmasının ardından, gözaltıyla yetinmediler ve Eksik Etek dergisi hakkında dava açtılar. Derginin yazı işleri müdürü davayla ilgili olarak gözaltına alındı ve birkaç gün Terörle Mücadele’de tutuldu! “Arkadaşıma Dokunma” demenin bedeli Terörle Mücadele’yi boylamaktı! Duruşmalar sırasında imza kampanyası açıp Eksik Etek dergisine destek olduk. Son duruşmaya eksiksiz katıldık ve Hürriyet’in Kelebek ekinde manşet olduk. Birinci sayfayı kaplayan ve Arkadaşıma Dokunma’dan kadınların oturduğu dinleyici sıralarını gösteren renkli fotoğraf hâlâ gözümün önünde. Yazıişleri müdürü o duruşmada beraat etti ve serbest bırakıldı. Günlerce Terörle Mücadele’nin hücresinde kalmayı yeterli gözdağı olarak görmüşlerdi.
Irkçılığa ve milliyetçiliğe bir karşı duruş
Arkadaşıma Dokunma broşürü NEDEN ARKADAŞIMA DOKUNMA? sorusuyla başlıyor ve soruya, “ARKADAŞIMA DOKUNMA kampanyası ırkçılığa ve milliyetçiliğe bir karşı duruştur. Gerek resmi politikaları biçimlendiren, gerekse bu politikaların yönlendirmesiyle tek tek insanların önyargılarında yaşayan, kimi zaman açık, kimi zaman örtülü ırkçılığı ve milliyetçiliği reddetmeye bir çağrıdır” cevabı veriliyordu.
Broşürün pdf formatındaki versiyonunda, hazırlayanların isimlerinin alfabetik sıraya uygun konulduğunu görüyorum: Ayşe Günaysu, Beril Eyüboğlu, Esra Koç, Filiz Karakuş, Filiz Koçali, Gönül Morgül, Gülgün Efendioğlu, Nadire Mater, Nuran Ağan, Sonat Zelyüt, Yelda. Ve o an, sayfa düzenini Nuran’ın yaptığını, birlikte bir gece bilgisayar başında saatler geçirdiğimizi hatırlıyorum.
Broşürde kampanyanın, "Irkçılık ne Güney Afrika kadar uzak, ne de oradaki gibi ak ve kara. Ne mutlu Türküm diyene sözünden rahatsız olmuyorsak ırkçılık içimizde” dediği, “temelinde ırkçılık ve milliyetçiliğin yattığı uygulama ve önyargılara karşı çıkan herkesi tepkisini dile getirmeye” çağırdığı ilan ediliyordu.
Broşür, Arkadaşıma Dokunma kampanyasının BİR BARIŞ ÇAĞRISI olduğunu duyuruyor ve şöyle deniyordu: “18 Eylül 1930 da dönemin Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt değil miydi şu sözlerin sahibi? ‘Türk bu ülkenin yegane efendisi, yegane sahibidir. Saf Türk soyundan olmayanların bu memlekette bir tek hakları vardır. Türklere hizmetçi olma hakkı, köle olma hakkı; dost ve düşman ve hatta dağlar bu hakikati böyle bilsinler.’ 47 farklı etnik kökenden gelen insanların yaşadığı bu ülkede kurulu Türkiye Cumhuriyeti'nin temelinde işte bu düşünce var. Bu düşünce üzerine temellendirildi ulusal politikalar. Böyle yürürlüğe konuldu 1943 yılında adına "varlık vergisi" denilen ama aslında azınlıkların bu ülkede var olma koşullarını fiilen yok etmeyi amaçlayan uygulama. Böyle toplama kamplarına gönderildi azınlıklardan vergisini ödeyemeyen 8 bin kişi. ‘Mübadele’de bir anda 1 milyon 200 bir Rum böyle kovuldu yurtlarından. Böyle yetiştirildi çocuklar ve tahrip edildi kiliseler, kırıldı mezar taşları. 6-7 Eylül'de Müslüman olmayan azınlıkların işyerleri böyle yağmalandı. Böyle kuruldu Kürt ellerinde darağaçları. 50'lerde, 60’larda, 70'lerde böyle sürdü gitti jandarma dayağı, kurşuna dizildi sırt hamalları sorgusuz, sualsiz, yargısız. Ve böyle gelindi 1980'lere. Giderek daha çok sayıda Kürt dağa çıkmaya, askere giden gençlerin tabutları dönmeye başladı memleketlerine."
Burada alıntılanan Mahmut Esat Bozkurt’un sözleri henüz yeni yeni, başta Rıfat Bali’ninkiler olmak üzere o yılların kitaplarında bulunabiliyordu, ama Türkiye toplumunun muhalif kesiminde dolaşıma girmesi için en az 10 yıl, sosyal medyada dolaşacak kadar en azından bir kesim tarafından tanınır olması için (annemi hâlâ bu sözlerin gerçek olduğuna ikna edemedim!) 20 yıl geçmesi gerekecekti. Yani, kısacası Arkadaşıma Dokunma ırkçı tarihimize işaret eden ilk sivil inisiyatif oldu.
“Başkasının ırkçılığını görmek ve lanetlemek daha kolaydır”
Hazır elimizdeki ender arşiv malzemelerinden olan broşür elime geçmişken, burada yer alan birkaç mesajı daha okurlarla paylaşmak istiyorum:
“Bir tek insanın öldürülmesi bile bize acı vermeli. 1992 yılı boyunca ölen 3 bin 758 insanın her biri umutlarıyla, sevgileriyle, sevenleriyle bizden biriydiler. Onların yaşam hakkı savaşta ellerinden alındı. Üç küçük Kürt çocuğu sokakta oynarken zamanın nasıl geçtiğini fark etmediler. Oysa sokağa çıkma yasağı başlamıştı. Panzerden tarandılar. Boncuk kara gözlü 3.5 yaşındaki oğlan öldü. 3 bin 758'den biriydi. Uzun boylu dalgalı saçlı gerilla kız çatışmada vuruldu, öldü, ölü ele geçirildi. Anası gizli gizli ağladı. 3 bin 758'den biriydi o. Askerdi. Kurada güneydoğu çıkınca içi ürperdi. Gitti. Vuruldu. 3 bin 758'den biriydi o. Oğullarımızın askere gidip öldürmek zorunda bırakılmalarını ya da ölmelerini - ölü ele geçirilmelerini- istemiyorum. Türk ve Kürt anaların ağlamaması için savaşa son.” Sonat Zelyut
“Oğlum 11 yaşında. Askerlik çağında değil henüz. Ama savaşa hayır diye bağırırken, yarın kendi oğlumu bir savaşın ortasına, askere yollayıp kaybetmek istemiyorum. Onun ve tüm çocukların hiçbir nedenle, hele savaşın hiçbir tarafı değillerken, savaş nedeniyle ölmelerini istemiyorum. Bugün askere gittiği için savaşmak zorunda kalan ve yitip giden oğullarına ağlayan annelere, yarın ben de katılmak istemiyorum! Oğlum, kızım ve diğerleri, sizlere dokunulmasına izin vermeyeceğiz. Eminim siz de vermeyeceksiniz.” Gönül Morgül
Broşürün “Başkalarının ırkçılığına karşı çıkmak her zaman daha kolay” başlığının altında da şöyle yazıyor: “47 etnik grubun yaşadığı ama en çok satanlar arasında yer alan bir gazetenin, Hürriyet'in logosunun altında ‘Türkiye Türklerindir’ yazısının yer aldığı, azınlık okullarının kapısında ‘Ne mutlu Türküm diyene’ tabelasının asılı olduğu, okullarda çocuklara her sabah ‘Türküm, doğruyum, çalışkanım, varlığım Türk varlığına armağan olsun’ andının 71 yıldır bir ağızdan okutulduğu bir ülkede bunun gibi her adımda rastlanan ırkçılık örneklerinden habersiz yaşayan insanlarımıza şaşırmadık. Çünkü başkasının ırkçılığını görmek ve lanetlemek daha kolaydır. Çünkü resmi tarih, resmi ideoloji, resmi söylem insanları öyle koşullandırır ki, her gün yaşananlar sorgulanmaz, nadiren gazete sayfalarına yansıyan olaylar ve tespitler ya okumaya değer görülmez, ya da belleklerde yer etmeden okunur, geçer.”
Türkiye’den ırkçılık örnekleri
Bu satırların altında Türkiye’deki ırkçılığa örnekler veriliyordu. Örnekler arasından birkaçını seçiyorum:
* Kürtçe isimlerin yasaklanması, nüfus müdürlüklerine “Türk çocuklarına verilmesi uygun bulunmayan isimler” listesi gönderilmesi, örneğin Velat, Yekbun, Zozan Ardıl, Rorint gibi isimlerin “sakıncalı isimler” arasında gösterilmesi,
* Türkiye’de Rumların sistemli biçimde yok edilmesi, 1964 sürgününün ardından 1925’te yaklaşık 124,000 olan İstanbullu Rum nüfusun 2.500’e düşmesi,
* Neve Şalom sinagoguna 1 Mart 1992 tarihinde yapılan bombalı saldırı, Adana’da Yahudi aleyhtarı bir bildirinin öğretmen tarafından okula getirilerek öğrencilere dağıtılması ve hakkında soruşturma açılmaması,
* Milli Eğitim Bakanlığı’nın Ermeni okullarını gerekli gereksiz müfettiş denetimine tabi tutması ve Ocak 1994’te, dönemin İstanbul Milli Eğitim Müdürü Naci Akay’ın, İstanbul’daki tüm Azınlık okullarının müdür ve Türk müdür yardımcılarıyla yaptığı toplantıda, Türk Müdürlere hitaben “Milli görüşün sahibi sizsiniz. Bu okullarda olup biteni takip etmek ve bizlere haber vermek sizin göreviniz. Olup bitenleri bize bildirirseniz size müteşekkir oluruz. Aksi halde güle güle deriz" demesi yer alıyordu.
Burada Arkadaşıma Dokunma kampanyasının bir başka bakımdan da “ilk”ler arasında olduğu notunu düşmezsem, kampanyaya haksızlık ederim. Henüz Avrupa Birliği, dolayısıyla üyelik kriterlerinden biri olan “Azınlık Hakları” konusu Türkiye kamuoyunun gündemine girmemişti. Yelda’nın yayına hazırladığı Birikim’in Nisan-Mayıs 1995 “Etnik Kimlik ve Azınlıklar” özel sayısı ve yazılarını yayınladığı ÖDP’nin haftalık Söz dergisi hariç Ermeni, Rum, Yahudi ve diğer gayrimüslimlere yönelik hak ihlalleri muhaliflerin gündeminde de yoktu. Arkadaşıma Dokunma bu bakımdan da bir “ilk”ti; Kürtlerle dayanışmanın vazgeçilmezliği inancı ve Kürtlere yapılanlara isyanla yola çıkmıştı, ama giderek bütün Türk ve Sünni Müslüman olmayanlara yapılan ayrımcılığa karşı çıktı.
Hem, yakın tarihin Türkiye Cumhuriyeti’nin temellerini hedef alan, kesintisiz bir süreklilik izleyerek gözaltında kayıplara karşı, kamuoyunda Cumartesi Anneleri adıyla yaygınlaşacak Cumartesi Oturmaları’na dönüşen ilk sivil girişimlerinden birisini genç kuşaklarla paylaşmak, ama aynı zamanda o dönem neredeyse birbirimizden ayrılmadan, birlikte yiyip içtiğimiz, yatıp kalktığımız diyeceğim kadar yakın çalıştığımız bir avuç sevgili dosta sıcak bir selam etmeye yarayacağını umduğum bu yazıyı, Arkadaşıma Dokunma Dokunma broşürünün son satırlarıyla bitireyim, izninizle:
ARKADAŞIMA DOKUNMA, HERKESİN - Irkçılık ve milliyetçiliğin resmi politika ve uygulamalardan ve insanların bilinçlerinden yok edilmesi, süregelen savaş koşullarının barışa dönüştürülmesi, gözaltında kayıplar, yargısız infazlar gibi insan hakları ihlallerine son verilmesi talebini benimseyen herkesin sözüdür, "ARKADAŞIMA DOKUNMA!" (AG/BA)
Fotoğraflar: Nadire Mater