Türkiye toplumunun Avrupa Birliği (AB) ile ilişkisi de kültürümüze çok uygun bir aşk/nefret ekseni üzerinden gidiyor. 17 Aralık 2004 tarihi yaklaştıkça "AB'ye geçit yok - AB Emperyalizmdir" afişlerine de, tüm umutlarını AB'ye bağlayanların, bu işin kolay olmayacağını gördükleri zaman karşılıksız aşk kurbanlarının "bana ha!" naralarını hatırlatan öfke nöbetlerine de daha sık rastlıyoruz.
Zaten melek/şeytan formatının dışında kalanlar, "ne öyle, ne de böyle" diyenler, "acaba mı?" diyenler daha baştan kaybederler. Öylelerine ilişkin aşağılayıcı tanımlar saymakla bitmez: Ortayolcu, omurgasız, oportünist, dansöz, kıvırtan, en hafifinden kararsız, kafası karışık... En övgüye değer olan da "kafası net" olanlar.
Oysa "kararlı" olan, "safını belirleyen", "sonuna kadar giden"den iyisi yoktur. Bu sizin için de iyidir. Hem aidiyet duygusunun sıcak kucağında kendinizi güvende hissedersiniz; hem de her şeyi verili modele oturtabildiğinizden fazla soru sorup bu sorulara cevap arama zahmetine katlanmayacağınız için kafanız da, vicdanınız da rahat olur. Kısacası, fazla düşünmeniz gerekmez.
Tıpkı "Emperyalist AB'ye geçit yok" diyenler gibi. Oysa çok ama çok basit sorular onlardan yanıt bekliyor: Avrupa, tekellerden ve sömürgeci politika üreticilerinden ibaretse Paris Komünü'nden Spartakistlere, İspanyol içsavaşındaki Uluslararası Tugaylar'dan Yunan komünistlere kadar kuşaklar boyu verilen mücadeleler nereye gitti? Yoksa onlar gerçekten de aklı beş karış havada hayalperestler, havanda su döven saftirikler miydi? Bütün yaptıkları boşa mı gitti?
Yok, eğer, bugün çok doğal bir şekilde yararlanılan sekiz saatlik işgününden grev hakkına kadar sayısız kazanımı, Avrupalı komünist büyükbabalarımız, büyükannelerimize borçluysak, yani yaptıkları hiçbir şey boşa gitmediyse ve Avrupa tam da bu nedenle emperyalistlerden ibaret değilse, çok çeşitli dinamikleri ve bu arada politika üreticilerinin dikkate almak zorunda kaldıkları komünistleri, sosyalistleri, ırkçılık karşıtlarını, insan hakları savunucularını ve kurumlarını da içeriyorsa, bu durumu nasıl açıklayacağız? Avrupa coğrafyasındaki bugünün sistem muhaliflerini nereye koyacağız? Yoksa onların hepsi satılmış mı? Satılmış değillerse, orada mücadele edilmesi gerekenlerle mücadeleye devam ediyorlarsa Türkiyeli muhalifler neden onlarla omuz omuza vermesinler? Oranın muhalifleriyle buranın muhaliflerini ayıran nedir? Misakı Milli sınırları mı?
Soruların sonu gelmez. Mesela geçit vermememiz gereken AB hangi milli menfaatlerimizi tehdit ediyor? Yoksa, emperyalist sömürücülerdense milli sömürücüler tarafından sömürülmeyi tercih mi ediyoruz? "En kötü milli sömürgen bile en iyi emperyalist sömürgenden iyidir" mi diyoruz? Bu yaklaşımın Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) ile ulusal solun "Kızıl Elma"cı koalisyonundan farkı ne?
Hem Avrupa ülkelerinde cinsiyetçiliğe, ırkçılığa, ayrımcılığa karşı, çocuk, kadın, eşcinseller ve tüm dezavantajlılardan yana dünyanın geri kalanından çok daha ileri normlar yürürlükte olduğuna göre, ne oldu da AB emperyalistlerinin yüreği yumuşadı? Onun için mi bu ülkede kendilerini güvende hissetmeyenler - ki haklılar - Hindistan'a, Pakistan'a, Cezayir'e değil de, Avrupa ülkelerine iltica etmek için kuyruğa giriyorlar? Yoksa emperyalistler o kadar da kötü değiller mi?
Bıkmadan, usanmadan soru sormak iyidir. Yanıtları bizi çok rahatsız edici gerçeklere götürse de... Oysa Türkiye sosyalist hareketinin büyük bir bölümünün kendisine soru sorma geleneği yok ya da sorduğu soruları, vermek istediği yanıtlara göre formüle ediyor. Kendini milliyetçilik sınavından geçirmekten sürekli kaçtığı için de, Türkiye sosyalist hareketinin büyük bir bölümünün anti-emperyalistliği milliyetçilikle iç içe geçmiştir. Çünkü anti-emperyalistliğinin referans noktası, Türkçü Kemalist devletten öğrendiği ve hiçbir zaman sorgulamadığı "Ulusal Kurtuluş Savaşı"dır. Bu da başka bir yazının konusu... (AG/BB)