"Öldürülen PKK'lı teröristin ailesine başsağlığına giden Diyarbakır Belediye Başkanı Osman Baydemir'in 'Öldürülen bekçinin ailesini de ziyaret ettim' sözlerinin gerçek olmadığı anlaşıldı."
Bir gün önceki Hürriyet'te de (9 Ağustos 2004), gazeteci değilim, gazetecilik de okumadım ama sağduyu gereği eminim ki gazetecilik okullarında objektif haberciliğin ne olmaması gerektiğine dair örnek verebilecek bir dille aktarılıyordu bu "haber":
"Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı Osman Baydemir önceki gün yanına 4 ilçe belediye başkanını alarak, bir bekçiyi şehit edip, 2 polisi yaraladıktan sonra öldürülen bir teröristin ailesine başsağlığı ziyaretinde bulundu. 5 belediye başkanının, kanlı örgüt PKK-Kongra-Gel'e mensup teröristin ailesini ziyaret etmeleri tepkilere neden oldu."
Ve şöyle bitiyordu: "Şehit bekçinin cenazesine katılmayan 5 başkanın bir teröristin evine başsağlığı ziyareti yapmaları tepkiyle karşılandı. Bu davranışların teröre prim verdiği belirtildi."
Kim belirtti? Kimin, nerede, nasıl tepkisine neden oldu? Bu soruların yanıtı yok. Ancak ara rejimlerde görülebilecek, "durumdan vazife çıkaran" basın organlarının kullanabileceği bir haber dili.
Hürriyet, iddia edildiği gibi, ciddi, objektif, uluslararası standartlarda bir gazete olsaydı, haberi ülke gündeminde işgal ettiği öncelik sırasına uygun bir yerde ve büyüklükte, olan biten neyse onu anlatan bir dille verirdi. Yorumu köşe yazarı yapar, ya da görüşleri alınmak istenen kişilerle röportaj yapılır, haberi onlar yorumlardı.
Gazetenin haberi bilinmeyen gizli güçlerin ağzından yorumlayarak vermesi de, baş sayfada büyük puntolarla, habere konu olan kişiyi suçlayıcı, alabildiğine de sansasyonel, infial uyandırmaya ayarlanmış bir dil kullanması da, Türk basın tarihinde örneklerini bol bol gördüğümüz, kan dökülmesiyle sonuçlanan kışkırtmaların yeni bir örneği.
Hukukçu da değilim ama, yasalarda kimin evine başsağlığı ziyaretine gidilebileceği, hangi durumlarda başsağlığı ziyaretinin suç olacağına ilişkin bir hüküm bulunmadığına göre (valilik savcılığa suç duyurusunda bulunmuş ama "suç" olsa olsa makam arabasının amaç dışı kullanımı şeklinde formüle edilecektir), burada harekete geçmeye davet edilen hukuk mekanizması da olamaz. Dolayısıyla kışkırtılması hedeflenen, olsa olsa, tarihimizde linçlerle, diri diri yakmalarla, silahlı saldırılar, suikastlarla maruf "zinde güçler"dir.
Türkiye'de basın tarihinin utanç sayfaları vardır. Basının nelerden kaçınması gerektiğini gösteren örneklerdir bunlar. Ülkenin alnındaki kara lekelerden olan 6-7 Eylül olaylarında da, Yahudilerin evlerinin, dükkanların yağmalandığı, kadınlarına tecavüz edildiği ve binlercesinin varını yoğunu geride bırakarak, yok pahasına elden çıkararak yerini yurdunu terk ettiği, günlerce süren, 1934 Trakya Olayları diye anılan saldırı ve yağma olaylarında da, Akın Birdal'ın mucize eseri sağ kurtulduğu suikastta de ve ilk anda akla gelmeyen daha birçoklarında da basının kışkırtması baş rolü oynamıştır.
Aynı gün, 9 Ağustos 2004 tarihli Hürriyet'te yine basın açısından utanç vesilesi olacak bir başka yazı okumak mümkündü. Yener Süsoy'un defalarca Ermeni meselesinde Türkiye'nin neredeyse en bilgili kişisi, hatta, "Ermeni'yi Ermeni'den, Bulgar'ı, Bulgar'dan çok daha iyi bilen" diye tanıttığı, tam sayfa röportajı yayınlanan Emekli Büyükelçi Ömer Engin Lütem, "Ermeniler gibi çok küçük milletlerin kahramanı yoktur" diyordu.
Hangi milletin küçük, hangi milletin büyük olduğuna neye göre karar vereceğiz, büyüklüğü "kahraman"ların sayısıyla mı, yoksa, sanatı, kültürü, meslekleri, kısacası uygarlık düzeyiyle mi ölçeceğiz, iyi savaşan ve iyi öldürene mi, büyük bir sanatçıya, büyük bir bilim insanına mı kahraman diyeceğiz ya da senin için kahraman olan benim için katil, senin için asi olan benim için kahramansa ne olacak, ya da, mesela, yurttaşına dışkı yediren, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi tarafından bu suçtan mahkum edilen, suçunu kabul edip tazminat ödeyen bir yönetimi içine sindiren ve ona tepki göstermeyen bir millete mi büyük millet diyeceğiz gibi sorulara hiç girmeyelim.
Şu kadarını söyleyelim yeter: Ermeniler kadar her alanda heykeli dikilecek bireyi bol bir millet için "kahramanı olmayan çok küçük bir millet" gibi cahilane ve ırkçı bir sözü bu memlekette söyleyecek ne yazık ki çok kişi çıkar.
Ama Hürriyet gazetesinin bu sözleri, sözün sahibinin önünde defalarca saygıyla eğilen Yener Süsoy'un övgüleriyle basması, yine akla Türk basının utanç sayfalarını getiriyor. Trakya olaylarını kışkırtan gazete ve dergiler de Yahudileri aşağılayan yayınlar yaparak Çarlık Rusyası'nın programlarını aratacak yağma ve saldırı olaylarında baş rollerden birini oynamışlardı. Varlık Vergisi, 6-7 Eylül olayları, 1964'te Rumların sürgünü ve ne kadar milliyetçi, ırkçı, ayrımcı lekemiz varsa bunların çoğunda basın da rol oynamıştı.
Halkın baskısıyla değil de, uluslararası hukuk normları, imza atılan uluslararası ve Avrupa Birliği zoruyla ite kaka insan hakları, ifade özgürlüğü gibi konularda çıtayı yükseltmek için bir şeyler yapar görünen Türkiye'de büyük basın da belki 1934 ya da 1955'le kıyaslandığında bugün daha farklı bir görünebilir, ancak gelenek aynı gelenek: Derin devletin ve sivil uzantısı "zinde güçler"in sadık sözcüsü, egemen geri değerlerin yırtıcı bekçisi. (AG/BA)
* Ayşe Günaysu İnsan Hakları Derneği İstanbul Şubesi Irkçılık ve Ayrımcılığa Karşı Komisyon Üyesi