Türkiye'de devletin bir hep sabrı vardır! Sabrının sınırı vardır! Muhtelif olaylar ve özellikle çeşitli dönemlerde farklı muhalefet ve "şer odaklarına" karşı devlet aklı hep müsama göstermiştir, bir noktaya kadar: "sözün bittiği,"iktidar ve devlet söylemi işin içine girene kadar.
Devlet veya o mekanizmayı ellerine geçiren kesimler, söz gelimi II. Meşrutiyet'te (1908-1918) İttihat Terakki, Tek-Parti döneminde (1925-1945) Kemalist elit, 1950 ve 1960 arası Demokrat Parti, 1960-1980'lere kadar ordu, sonrasında liberal ve İslami kesimler ve son on yılda AKP, muhalefetle savaşmayı hep iktidar güçlerinin ele alınmasından sonraki (consolidation of power) aşamaya bırakmıştır.
Örneğin, 1919-1924 yılları arasında kim Mustafa Kemal Atatürk'e gelip hilafeti kaldıralım deseydi ilk karşı çıkan kesim Mustafa Kemal ve arkadaşları olurdu.
Neden mi, çünkü zamanlama meselesi, çünkü risk alma meselesi. Kim ki gelip Recep Tayyip Erdoğan ve arkadaşlarına biz bu Kürt hareketini marjinalize edelim ve muhatap almayalım deseydi 2002 yılında ilk karşı çıkacak olanlar yine o grup olacaktı. Neden mi, çünkü zamanlama meselesi, çünkü güç toplama meselesi.
Tıpkı savaş taktikleri gibi, zaten az olan kanı daha çok kaybetmemek adına geri çekilip kendinize güveniniz şartlar da el verdiğinde tam yerine gelir o zaman size neden olmasın diye umut bağlayanlardan başlarsınız yemeye, yani şoreş zarokên xwe dixwe! (devrim kendi çocuğunu yer).
4 Mart 1925 tarihinde, Şeyh Sait ayaklanması sebep gösterilip, 1929 yılına kadar yürürlükte kalacak Takrir-i Sükûn Kanunu hükümetçe kabul edilir. Bu kanunun çok ilginç bir yönü, hükümete istediği dernek, yayın ve kurumları kapatma yetkisi vermesiydi.
Ali Fuat Cebesoy ve Eşref Edip'in anılarında belirttiği gibi, Tevhid-i Efkar, Son Telgraf, Istiklal, Sebilurresat, Aydınlık isimli beş büyük gazete iki gün sonra, 6 Mart 1925'te kapatılır. Ahmet Şükrü Esmer, Fevzi Lütfi Karaosmanoğlu, Ahmet Emin Yalman, Velid Ebuzziya, İsmail Mustak, Eşref Edip, Sadri Ethem ve Suphi Nuri gibi önemli gazeteciler tutuklanır ve Elaziz ile Diyarbekir'e Şark İstiklal Mahkemelerine gönderilir.
Bu gazetecilerin tek ortak yanı belki de Kemalist iktidara tam biat etmemiş olmaları ve basın gibi önemli bir gücü ellerinde bulundurmaları.
O zamanın koşulları altında burnu sürtülen ve sonra serbest bırakılan gazetecilere verilen mesaj çok açıktır: "Muktedir benim." O tarihten sonra, zaten Mete Tuncay'ın idare devri dediği dönem başlar, 1945 yılına kadar hükümeti eleştirecek bir basına yer kalmaz.
ADalet ve Kalkınma Partisi (AKP) son on yılda, doğrudan olmasa da yerleşik milliyetçi elitin tersine, Kürt meselesini çözer, daha çok demokratik bir devlet mekanizması getirir, kamusal alanı Türkiye'ye benzetir diye değişik kesimlerden destek aldı.
Hatta siyasal literatürümüze "Yetmez Ama Evetçiler" diye bir kavram da koydu.
Fakat bütün bu kesimler, gazeteciler, liberal, demokrat ve de sosyalist aydınlar ve en önemlisi de Kürtler bu umutlarını yitirmişler. Bunu artık saklayan ve gizleyen de yok, AKP tıpkı diğer dönemlerde gördüğümüz gibi umutları tek tek söndürmekle aslında iktidarı nasıl ele geçirdiğini ve Ortadoğu'ya has devlet olma aklıyla nasıl hareket ettiğini tescillemiştir.
Hikayenin vardığı noktayı hep bilmekle beraber, siyaset bahçesinden dışarı çıkmamak adına bahsettiğimiz kesimler yanılmamış tam tersine her zaman olduğu gibi yanıltılmışlardır.
KCK operasyonları adı altında rakamlar değişse de binlerce kişi gözaltına alındı. En son, aralarında İktidar ve Tarih: Türkiye'de "Resmi Tarih" Tezinin Oluşumu (1929-1937) isimli önemli çalışmanın yazarı ve demokratik çevrelerin yakından tanıdığı Prof. Dr. Büşra Ersanlı'nın ve uzun soluklu mücadelelerden geçmiş Ragıp Zarakolu'nun da bulunduğu yeni tutuklanmalar işin vardığı boyutları gözler önüne sermektedir
Tabii ki bu durum, diğer tutukluların meşru olarak tutuklandığı anlamına gelmez, onların tutukluluğunu haklı göstermez. Suçluyu ve suçu övmek meselesi değil yaptığımız ve bu baskı altına alınan, tutuklananların hiçbirinin de bunu yaptığına inanmıyorum.
Burada mesele suçun ve suçlunun tanımının evrensel ve demokratik standartlarda olup olmaması.
Kürt meselesinin ve Kürtlerin mücadelesinin tanınıp tanınmamasıdır. Mağdur olmuşluğun arkasına sığınan AKP'nin artık mağdur ettiği gerçeğinin sadece belli gruplarca değil toplumun tüm kesimlerince görülmesi gerektiğidir önemli olan.
Kürt meselesinde arpa boyu yol alınmadığı görülüyor, tam aksine toplumun ve Kürtlerin bazı kesimlerinde hani belki bu sefer gerçek olur diye umutlananların hayal kırıklığı gittikçe artmakta.
Belirsizlik ve muhatap bulamamak, işine geldiğinde devlet gibi işine geldiğinde mağdur olmuş bir siyasal oluşum gibi hareket eden iktidar sahiplerini anlamak acı ama bu topraklarda siyasetin nasıl yapıldığını bir daha hatırlatmaktadır.
Sıfır sorun, sıfır muhalefet ve bunun adı toplumsal barış ya da Kürt sorununun çözümüyse, o zaman daha çok şeyler göreceğiz gibi. Ama bunları yaparken sevgili Turgut Uyar'ı 1970 yılından bir şiiriyle de yad edelim yine:
Yokuş Yol'a
"güllerin bedeninden dikenlerini teker teker koparırsan
dikenleri kopardığın yerler teker teker kanar
dikenleri kopardığın yerleri bir bahar filân sanırsan
Kürdistan'da ve Muş-Tatvan yolunda bir yer kanar
Muş - Tatvan yolunda güllere ve devlete inanırsan
eşkıyalar kanar kötü donatımlı askerler kanar
sen bir yaz güzelisin, yaprakların ekşi, suda yıkanırsan
portakal incinir, tütün utanır, incirler kanar
bir yolda el ele gideriz, o yolda bir gün usanırsan
padişahlar ve Muşlar kanar, darülbedayiler kanar
Muş - Tatvan yolunda bir gün senin akşamın ne ki
orada her zaman otlar otlar ergenlikler kanar
el ele gittiğimiz bir yolda sen gitgide büyürsen
benim içimde çok beklemiş, çok eski bir yer kanar" (AA/HK)
* Ahmet Aliş Boğaziçi Üniversitesi, Atatürk Enstitüsü, Modern Türkiye Tarihi bölümü doktora öğrencisi.