Bizde siyasal partiler hükümet olmaya her zaman çok önem vermiştir, iktidar olmak ise herkese nasip olmamıştır.
Bunu başaran, cumhuriyet tarihine baktığımız zaman, Mustafa Kemal Atatürk döneminin Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) Adalet ve Kalkınma Partisi'dir (AKP). Ortadoğu'ya has devlet olma aklıyla hareket eden AKP, yapısal muhalefeti sindireceğe benzemiyor.
Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) tarzı, "ama AKP'nin söylediği öyle değil, böyle söylenmeli" gibi sözümona muhalefete yer var ancak. Ustalık devri, milli birlik ve beraberlik siyaseti, artık zinde ve kendinde bir Türkiye söylemleri o hep bildiğimiz retorikten öteye gitmiyor.
Lütfü Fikri boşuna dememişti, "Bizde fikri umumi yoktur aksine hassasiyeti umumi vardır" diye. İktidarın ötekileri ve yarattığı hassasiyetleri hep olmuştur bu ülkede.
Kemalizmin kendinden başka tüm izm'leri "zararlı" ilan etmesi gibi, AKP ve onun temsilcilerinin genel olarak kendilerinden başka herkesin kötü niyetler taşıyor olarak görmeleri bu coğrafyanın ve Türkiye'deki iktidarın muhalefete yaklaşım siyasal kültürüne çok iyi uyuyor.
AKP ile on yıllık siyasi hayatımız, 1960-1971 arasında daha baştan karşı çıkılması gerekilen ama çıkılmayan, birçok kesimin umut bağladığı, adına marşlar söylenen bir askeri darbe ve sonrasında kendi getirdiği siyasal atmosferi beğenmeyen ve kendini 12 Mart Muhtırasıyla kısıtlayan on yıllık dönemi anımsatıyor.
AKP ile bu on yıllık zamanda her ne kadar ikinci bir Onuncu Yıl Marşı bestelenmemişse de, özellikle bürokrasinin el değiştirmesi ve el değiştiği zamandan geleceği nasıl kurguladığı konusunda, Kemalist elitin iktidarı ele geçirişini de akıllara getiriyor. Çokça dikkat çekildiği üzere Kanun Hükmünde Kararnamelerle yönetiliyoruz artık ve üzerine geniş bir literatüre yazılan "pasif devrim"i artık geçmiş olan AKP devlet olmuş, devlet AKP.
Şimdi yine anayasa tartışma/ması geçirdiğimiz bu dönemde 1960-1971 arasında kritik on yılı hatırlamakta fayda var. Boğaziçi Üniversitesi'nden bir profesörle sohbet ederken, bana kahvemizi içtiğimiz "manzara"nın oradaki Atatürk heykelini (ki çoğu yere göre heykelcik de denilebilir!) gösterip, "Biz 27 Mayıs 1960 darbesi vesilesiyle mutluluktan ve gayet de inanarak o gün burada marşlar okuduk," demişti.
Haklılardı belki bir yere kadar. Ayrıca, o zamanın koşulları gözönüne alındığında ilerici ve demokrat özellikleriyle 1961 anayasası bu sevinenler kafilesine o dönem okuyan Kürtleri de eklemişti. Benzer bir umut siyaseti AKP'nin iktidarı için de geçerliydi
1971'deki o meşhur "Balyoz Harekâtı"na kadar anayasayı olumlu görmeyen kesim yok gibiydi. Zira Kürtler çıkardığı birçok gazete ve dergiyi aynı zamanda Türkiye İşçi Partisi (TİP) içerisindeki eylemlerini hep bu çerçevede meşru görüyorlardı.
Fakat ilginç olan bir şey var ki, 1959 yılının sonlarında içeri alınan 49 Kürt'ün daha darbe olmadan ve darbeden sonra, önde gelen 400'e yakın Kürdün Sivas kampında tutulması hatırlandığında, sevinmeyen başka kesimler de vardı. Bir de rejimin sevilmeyen çocukları olarak öğrenciler ve sosyalistler tamamen marjinalleştirecekti.
Anayasa yapma sürecinden geçerken, göstermelik de olsa görüşleri alınacak farklı kesimlerin ki tutuklanan binlerce Kürt aktivisti hesaplara dâhil edemiyoruz bile, AKP'nin çizdiği sınırların dışına çıkacak ve iktidarı zorlayacak bir muhalefet kalır mı geriye, şüpheli görünüyor.
Taha Parla, doğru bir şekilde, 1961 anayasasının aslında iyi bir anayasa olmadığını belirtir. "Türkiye'de Anayasalar" isimli kitabında detaylı anlattığı üzere, 1961 anayasası aslında 1982 anayasasının prototipini de oluşturmakta ve askere özel bir konum veriyordu.
Çünkü iktidar onlardır ve bu anayasada garanti altına alınır. Bugün, hazırlanan anayasada da yine iktidar partisinin kendi yerini sağlamlaştırması adına ne tür hesaplar yaptığını bilmek zor tabii.
Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku'nun seçimlerden önce belirttiği gibi "2011 seçimleri bir dönüm noktasıdır".
Eğer sandıklar ve odaklandıkları şehirlerdeki sonuçlar gözönüne alınırsa, bu dönüm noktasına ciddi bir başarıyla girdikleri aşikârdır.
Öyle ki, Ağrı, Batman, Bingöl, Bitlis, Diyarbakır, Hakkâri, Iğdır, Mardin, Muş, Siirt, Şanlıurfa, Şırnak, Tunceli, Van, illerinin bu genel seçimlerdeki ortalaması şöyle: AKP yüzde 37 BDP (Blok oyları) yüzde 42. Ayrıca, 2010'daki referanduma katılımın yüzde 49 (yukarıdaki 14 il ortalaması) olduğunu da belirtmek gerekir. Yani bölgedeki en büyük siyasi gücü 2009 yerel seçimlerinden beridir Barış ve Demokrasi Partisi (BDP) ve selefleri ellerinde bulunduruyor.
Haliyle bu durum iktidar partisinin hoşuna gitmezken, zaten gayrimeşru ilan ettiği bir hareketin, varın biz buna Kürt hareketi diyelim kabaca, böyle normal ve legal siyasette başarılı olması kabul edilir bir durum olarak da görülmüyor.
PKK, MİT ve aracı ülke arasındaki gerçekleşen Oslo görüşmelerinin internete sızmasından sonra devlete (ve bir o kadar da PKK'ye) bir şey anlatmanın gereksizliği bir daha ortaya çıkarken, tarafları ve aktörleri en iyi bilen kesimin yine onlar olduğunu bir daha öğrenmiş oluyoruz. Belki de bu yüzden, kimseyi dinlemiyorlar.
Nitekim 28 Ekim'deki Milli Güvenlik Kurulu (MGK) toplantısında, terörle mücadeleye devam edileceği şu "kapsayıcı" cümleyle anlatılıyordu: "Terör örgütüne destek veren, lojistik imkân sağlayan, teşvik eden, faaliyet alanı açan çevreler veya ülkelerin..."
1971'de Diyarbakır'a gönderilen siyasi tutuklular arasında İsmail Beşikçi de vardı. O günlerden sonra Sarı Hoca'nın ve bu ülkenin başına gelenleri bilmeyen yok. 40 binden fazla insan öldü, Türkiye'yi uzaktan bilenlere bunu anlatmak çok zor.
Bugün de benzer tutuklanmalar yine benzer sebeplerle yapılırken Büşra Ersanlı ve Ragıp Zarakolu gibi uzun mücadelelerden geçmiş, hatta daha ne AKP ne de PKK varken bu ülkenin demokratikleşmesi için çaba sarfetmiş kişilere kadar uzanıyor.
Maalesef, her üç kişiden beşinin terör uzmanı olduğu bir ülkede barışı konuşmak kadar boşluğa söylenen sözler yoktur. Öyle ki dünyada terör suçuyla hapsedilmiş mahkûmların üçte biri sadece Türkiye'de.
Ve o Türkiye'dir ki başta Avrupa olmak üzere birçok kesimden kendi tanımladığı ama neredeyse her taraftan eleştiri konusu olan "terör tanımı ve çerçevesi" içerisinde pozisyon almalarını talep ediyor.
Ragıp Zarakolu savunmasında, suç delili olduğu iddia edilen belgelerin çeşitli kitap taslakları olduğunu belirttikten sonra şöyle devam ediyordu:
"Suçlamalara konu faaliyetlerim tamamen entelektüel faaliyetlerdir. Yıllardır devam eden soruna çözüm bulma konusunda kendi katkılarımı da sunmak amacıyla hareket etmekteyim."
Durum gerçekten de iç açıcı görünmüyor. Zira otoriter siyasetin en tehlikeli müdahalesi her zaman entelektüel faaliyetlere olmuştur.
Başta "Avrupalı dostları" olmak üzere herkese gerektiği desteği vermedikleri için çatan, celalleşen AKP, dünyanın gözünün üzerinde olduğunu bilmiyor mu? Kürdistan Topluluklar Birliği (KCK) tutukluları için birçok kampanya ve son tutuklanma dalgasıyla daha şimdiden 5000 imzaya ulaşan destek kampanyaları devam ederken, sıradan Kürtlerin Erdoğan'ın söylediklerini samimi ver gerçekçi bulmadıklarını tahmin etmiyorlar mı? Bence iki soruya da hem evet hem de hayır cevabı verilebilir.
Buradaki altı çizilmesi gereken unsur, iktidarın yine mühendislik rolünü üstlenmesi, deşerek, biçerek, keserek belki, toplumu dönüştürebileceğine olan o sinsi duygulara kapılmış olmasıdır.
Sonuç olarak, Ayla Akat Ata, "ülkede yangın varken çatı inşa edemeyiz" diyerek aslında bize başka bir 12 Eylül'ün yaşanmamasını hatırlatıyor. Bir başka 12 Mart Muhtırası ve belki de 12 Eylül vakası yaşanmaması için bu kritik dönemde iktidara eleştiriler cılız kalmamalı. Nihayetinde iktidara karşı mesafeli olmak aklın selameti için her zaman iyidir. Hele Ortadoğu'da bir kat daha gereklidir.
Bir önceki yazımda sormuştum, şaşırdınız mı diye; ben iktidarın siyaseti kullanma metotları açısından ve AKP'nin kendisinin ve "dostlarının" önlerine koyduğu o mühendislikten dolayı şaşırmadım.
Bitirirken, AKP de ustalık dönemini söyleminin 1933'e ne kadar yakınlaştığını hatırlatmakta fayda var. Öyle ki kendine biçtiği rol yetmiş sekiz yıl önce yazılmış Onuncu Yıl Marşı'nda zaten var;
"Örnektir milletlere açtığımız yeni iz;
İmtiyazsız, sınıfsız kaynaşmış bir kütleyiz;
Uyduk görüşte bilgiye, gidişte ülkeye biz;
Tersine dönse dünya yolumuzdan dönmeyiz.
Türk'üz Cumhuriyet'in göğsümüz tunç siperi,
Türk'e durmak yaraşmaz, Türk önde Türk ileri." (AA/HK)