Bir zamanlar insanlar medyanın “dördüncü güç” olduğuna inanırlardı. Yani, medya yasa koyucu güçten, yargı gücünden ve yönetim gücünden sonra bağımsız bir güç olarak tanımlanırdı. Medyanın tam bir yansızlık içinde yürütme, yasama ve yargı organlarının, büyük sermayenin, partilerin, bankaların, holdinglerin, kiliselerin ve tarikatların baskısı altında kalmadan özgür yorumlar yapacağı sanılırdı.
Daha Birinci Dünya Savaşı’ndan önceki yıllarda insanlar düş kırıklığına uğradılar. Ama bunun yanı sıra gazetecilerin onurunu korumak amacıyla bazı girişimler oldu ve her ülkede gazeteciler bunun savaşını verdiler. Bu yüzden başlarına gelmedik bela kalmadı.
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ise teknolojik gelişmelerin ışığında iletişim devrimi ile yaygın medya her yerde güçlendi, etkileri arttı ama inandırıcılığını da yitirdi. Böyle böyle bugünlere geldik.
Bugün dünyada bir milyar kişi internet kullanıyor. Cep telefonu kullananların sayısı iki milyarı geçti. Yani yeryüzünde yaşayan insanların üçte ikisi birbirleri ile cep telefonuyla iletişim kuruyor.
İnternette uzun yıllar İngilizcenin egemenliği vardı. Bugün İngilizcenin oranı üçte iki. Onu Çince, İspanyolca, Rusça, Fransızca, Portekizce ve Korece izliyor.
Globalleşme karşıtı örgütler ve kişiler, internet aracılığıyla haberleşiyorlar. Bu iletişimin konusu örgüt sorunlarıyla sınırlı değil, her türlü bilgilendirme ve tartışma bu kanalla yapılıyor, medyanın vermediği ya da yanlış yansıttığı konular gün ışığına çıkarılıyor. Amerika’da başkanlık seçiminde adaylar internete ağırlık verdiler.
İletişim araştırmacısı Manuel Castells’e göre Güney Kore’de, Filipinler’de, Ukrayna’da, Tayland’da, Nepal’de, Ekvator’da, Fransa’da ve İspanya’da düzenlenen gösterilerde ve başkaldırılarda internetin çok etkili olduğu saptandı.
Cep telefonları da güçlü bir protesto aracı olarak kullanılıyor.
İtalya’nın Bologna kentinde kurulan Orfeo TV gibi başka yerlerde de sokak televizyonları ve radyoları kuruldu. Paris’te Zalea TV, Barselona’da Occupen las Ondas, Buenos Aires’te TV Piquetera gibi kanallar alternatif medyanın örneklerini oluşturdular.
İnternet ve cep telefonu kullananlar kendi aralarında Kişisel Kitle İletişim Şebekeleri’ni yaratıyorlar.
Bunun örnekleri SMS, blog[¹], Skype gibi internet şebekeleri, Peer-to-peer (postadan postaya) denen sistemle de dijital bilgiler kolayca iletiliyor.
2006 yılının ocak ayında dünyada 26 milyon blog vardı, bu sayı altı ay sonra 37 milyona ulaştı. Dünyada her saniyede bir blog kuruluyor. Yani günde 50 bin, yılda 30 milyon. Blog sayısı altı ayda ikiye katlanıyor. Son yıllarda Türkçe yayın yapan bloglar da oluşturuldu. Bunların yanı sıra Wikipedia, Ekşi Sözlük gibi siteler de kuruldu.
Yani alternatif iletişim şebekeleri baş döndürücü bir hızla gelişiyor ve klasik iletişim araçlarına rakip oluyorlar.
Son yıllarda birçok ülkede medya gözlem dernekleri kuruldu. Bunların değişik adları var: Haberlerin Çarpıtılmasına Karşı Vatandaşlar Derneği, Gazeteciler-Vatandaşlık Derneği, Haber Tartışma Programları... İnternette de gençler bunlara benzer siteler oluşturdular.
Bu tür derneklerin ve sitelerin kurulmasının başlıca nedeni şunlardı:
1. Devlet baskısı
Çünkü yaygın medyanın, yani gazetelerin, radyoların ve televizyonların bazı haberleri ya hiç vermemeleri ya da yanlış yansıtmaları gerginlik yaratır. Bunun her ülkede sayısız örnekleri görüldü. Bazı insanlar kaçırıldı, öldürüldü, evleri yağmalandı, yakıldı. Hükümet ya da güvenlik yetkilileri, gizli haber alma örgütleri bunların duyulmasını istemediler. Medya çeşitli baskılar altında kaldı. Gazeteler, dergiler, radyolar, televizyonlar bunlardan hiç söz edemediler. Latin Amerika ülkelerinde özellikle Şili’de, Guatemala’da, Kolombiya’da, Venezüella’da, Arjantin’ de, Bolivya’da; Asya’da özellikle Pakistan’da, Tayland’da, Filipinler’de, Arap ülkelerinde, Ortadoğu’da ve bizde bunun sayısız örneği görüldü. Gazeteciler bu olayları duyuramadılar.
Afganistan’daki ve Irak’taki savaş haberleri hep sansürden geçirildi. İnsanlar bu olayları ya hiç öğrenemediler ya da çok geç öğrendiler. Bu savaşlar sırasında Amerikan medyası özellikle Fox News tam bir propaganda aracı oldu.
2004 yılı ortalarında yapılan bir araştırma Amerikalıların yüzde 40’ının Saddam Hüseyin ile El Kaide’nin birlikte çalıştıklarına ve Irak’ın elinde kitle imha silahlarının bulunduğuna inandıklarını gösteriyordu. Oysa bunun gerçek olmadığı 2003 yılında kanıtlanmıştı. Demek ki Bush’un dümen suyunda giden medya halkı yalanlarla öyle bir uyutmuştu gerçekleri duyurmak hiç de kolay değildi.
Washington Post ve New York Times gibi gazeteler her gün Irak’taki kimyasal imha silahlarından, bakteri savaşlarından, gizli atom bombası üretildiğinden söz ettiler; hiçbirinin aslı çıkmadı. Onlara göre Amerikalılar ve ortakları Bağdat’ta alkışlarla, çiçeklerle karşılanacaklar, bütün halk bayram edecekti. Hiç de öyle olmadı. Irak toprakları Amerikan askerlerine mezar oldu. Amerika’ya cesetler taşındı. Yüz binlerce Iraklı kadın ve çocuk öldürüldü, kentler bombalandı, bütün Irak yangın yerine döndü ve halk direnişe geçti, yer yerinden oynadı. Medya uzun süre bunu gizlemeye çalıştı, ama gerçekler yavaş yavaş su yüzüne çıkınca Amerikan hükümetinin propagandasını yapan gazeteler, radyolar, televizyonlar ve gazeteciler suçlarını itiraf edip halktan özür dilemeye kalktılar.
Lübnan’da da buna benzer olaylar yaşandı. Bu muydu demokratik medya?
2. Patronların özel çıkarları
Bazı haberlerin yaygın medyada yer almamasının ikinci büyük nedeni, medya patronlarının çıkarlarıdır. Patronlar kendi holdinglerinin çıkarlarına zarar verebilecek haberlerden çekinirler.
Örneğin Fransa’nın en büyük medya patronlarından, uçak ve silah sanayi sahiplerinden biri olan Serge Dassault şöyle diyordu: “Ben gazetemde bütün işletmelerimin en iyi biçimde değerlendirilmesini isterim. Bazı haberler yarardan çok zarar getirebilir. Böyle bir durum ülkemizin ticari ve endüstriyel çıkarlarını da tehlikeye sürükler.”
Amerika’da International Herald Tribune’ün müdürü Walter Wells’e göre de yayıncılıkta bir karar alınacağı zaman, bunun yayınevi ortaklarının borsadaki hisseleri üzerindeki etkilerini hesaplamak gerekir. Gazete müdürleri hisse sahiplerinden sürekli talimat alırlar. Eskiden böyle değildi.
3. Reklam verenlerin baskısı
Medyanın yayın politikasına yön veren üçüncü büyük etken reklam gelirleridir. Medya yöneticileri bunu asla göz ardı edemezler.
Bunların yanı sıra insanlar şu olaylara da tepki gösterdiler:
4. Medyada yoğunlaşmalar
5. Haberlerin kirlenmesi (prostitution)
6. Finans pazarları kültürü
7. Reklam kirlenmesi (pollution de l’espace public)
8. Enformasyonun magazinin içinde yok olması
Ülkelere egemen medya ise bu protestoları görmezden geliyordu. Medya yöneticilerine göre kötülük başka yerlerde aranmalıydı. Onların amacı egemenliklerini geliştirmek, haber verme ve tartışma tekellerini ellerinde bulundurmaktı.
Liberal sağcı çevreler bu gidişi iyimserlikle izleyerek, “Pazarlar önerir, politikacılar da gereğini yapar” demekle yetiniyorlardı. Solcu çevreler ise bu gelişmeler karşısında güçsüz kalıyorlar ve medyada seslerini duyuracak olanaklar aramaktan başka şey yapamıyorlardı.
Bu durum medyadaki kötülüklere karşı olanları eyleme sürükledi ve örgütlenmeler başladı. Amaçları haberleşme ve kültür mekanizmasının nasıl kötü işlediğini geniş çevrelere duyurmak, medya düzenine karşı çıkmak ve alternatifler üretmekti.
Yani bir yanda medyanın durumunu savunanlar ve düzenden yana olanlar yer alıyordu, öte yanda da medyayı eleştirenler ve yeni alternatifler üretenler.
Medyaya egemen olanlar kendilerini dördüncü güç olarak görüyor ve yöneticiler üzerinde baskılar yaratabiliyorlardı. Ama onlara karşı olanlar ve özellikle globalleşme karşıtları da görüşlerini ve eleştirilerini duyurmaya başladılar, örgütlendiler ve internette siteler kurdular. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Fransız basınında büyük saygınlığı olan Le Monde’un kurucusu Hubert Beuve-Mery bir zamanlar “Olaylar kutsaldır, düşünce de özgürdür” demişti. Ama gazetecilerin son yirmi-otuz yıldır izledikleri politika bu olmadı. Olaylar saptırıldı, medya kutsallığını ve inandırıcılığını yitirdi. Medya patronları iktidarla ve holding patronlarıyla tam bir işbirliğine giriştiler ve oportunist bir politika izlediler. Bunalım bunlardan kaynaklandı.
Le Monde Diplomatique’in yayın müdürü lgnacio Ramonet bu konuda şöyle diyor: “Haber almak üretici bir iştir. Çaba gösterilmeden olmaz. Bu iş gerçek bir entelektüel seferberliği gerektirir. Demokrasilerde vatandaş zamanının, parasının ve dikkatinin bir bölümünü buna ayırır. Enformasyon çağdaş eğlencenin bir parçası sayılamaz. Eğlence furyasının bir parçası değildir. Habercilik eleştirel bir meslektir. Amacı vatandaşı oluşturmaktır.”
Gazeteci yapacağı görevin bilincinde olmalı ve medyadaki kötülükleri önlemek için davranışa geçmelidir.
Peki medya ve gazeteci bu görevlerini yaparken ne tür tepkiler alırlar?
Politikacılar genelde neoliberal bir anlayış içinde medyanın işlerine karışmak istemezler. Fransız gazeteci Yves Agnes’in belirttiği gibi herkes özgürdür. Tilki de özgürdür, tavuklar da. Tilki kendi özgürlüğü içinde tavukları yer, özgür tavuklar da tilkiye yem olurlar. Güçlerde ve olanaklarda eşitlik olmayınca, salt özgürlük tavukların özgürlüğüdür.
Fransa’da politikacılar medyadan ürker, medya ya ters düşerlerse seslerini duyuramazlar. Sosyalist Parti sözcüsü Julien Dray böyle bir duruma düştüğü için Birinci Kanal’ın ve ona bağlı haber kanalı LCI’nin ekranları kendisine yasak edilmişti. Medyanın desteği olmadan politikacılar seslerini duyuramadıkları için bu konularda çok hassas davranırlar
Körü körüne iktidar ya da holding yanlısı medyayla savaş hiçbir yerde kolay değildir. Medya gözlem merkezleri işte bu yüzden kurulmuştur.
Gazeteci yazar Zeynep Atikkan birkaç hafta önce çıkan Amerikan Cinneti adlı kitabında, Amerikan medyasının Afganistan ve Irak savaşındaki suskunluğu ve işbirlikçiliği üzerine sayısız örnek veriyor. Kitapta George Orwell’dan ve Harold Pinter’dan alıntılar yer alıyor.
Orwell şöyle demiş: “Özgür toplumlarda sansürün dehası resmi yasak olmaksızın hoşa gitmeyen düşünceleri susturabilmesi ve rahatsız edici gerçekleri karanlıkta tutabilmesidir.”
Harold Pinter da şunları yazmış: “Irak’ın işgali bir eşkıyalıktır, uluslararası hukuk düzenini hiçe sayan bir devlet terörüdür. İşgal arka arkaya yalanlarla medyayı ve halkı aldatarak düzenlenen keyfi bir askeri harekettir.”
Pennsylvania Üniversitesi’nin düzenlediği bir panelde bir İngiliz akademisyen şöyle demiş: “Dünyada olup bitenlere sadece CNN penceresinden bakmayın, internete girin. Savaş haberlerini bir de Guardian’dan okuyun. Dünyanın Amerika’ya nasıl baktığını göreceksiniz. Sorgulamayı öğrenin.”
Zeynep Atikkan da şöyle diyor: “Normal zamanlarda bile Amerikan halkının izlediği TV dizilerinin ana teması cinayet odaklı değil miydi? Kendisini bildiğinden beri iflah olmaz bir saldırı endişesi ile yaşayan bir toplumdur bu. Soğuk savaş döneminde bodrumlara sığınaklar yapan, konserveler depolayan, her an bir mantar bulut görme korkusuyla yaşayan Amerikan toplumu kısa bir aradan sonra yeniden Pearl Harbor benzeri bir dehşetle karşı karşıya geldi.”
Medya Amerikan halkını işte böyle eğitti.
Bazı araştırmacılar pembe habercilik yapmaktan laçkalaşmış, sanal dünyalara yolculuk ederken gerçekle irtibatını kesmiş Amerikan medyasının 11 Eylül’de gazetecilikle buluştuğunu söylüyorlar. Katrina Fırtınası’yla da öteki Amerika’yla tanışmış ve yüzleşmiştir. Amerikalılar yıllardır kararlı bir unutkanlıkla görmezden geldikleri ırkçılığın, yoksulluğun, dışlanmışlığın varlığını anlamışlar ve habercilik yeniden hız kazanmıştır.
Bir köşe yazarı da şöyle demiş: “İnsan seks ve yatak odası dedikoduları yazmak zorunda kalınca kendisiyle övünemiyor. Eve dönünce çocuğumla paylaşacağım konular değil bunlar. Şimdi oğlum bana Afganistan hakkında sorular yöneltiyor. Yaptığım işlerle onur duyuyorum.”
Bazı gözlemcilere göre Irak Savaşı medya tarihinin dönüm noktasıdır. Savaşın iletişim senaryosundaki başlığı embedded, iliştirilmiş gazetecilik olmuştur. Üç bin gazeteci savaşı izlemek için yönetime başvurmuş, bunların beş yüzü iliştirilmiş gazeteci olarak askeri birliklerin koruması altında gazetecilik yapmıştır. Daha önceden de Savunma Bakanlığı medya kuruluşlarıyla bağlantı kurarak önleyici savaşın iletişim senaryosunu hazırlamıştır. Vietnam’da yapılan yanlışların bir daha olmaması için haberler daha sıkı kontrol altında tutulmuştur. Artık medyanın işlevi olayları doğru yansıtmak değil, savaşın kazanılmasına katkıda bulunmaktır.
1945’te Ulusal Basın Federasyonu Başkanı Albert Bayet, “Gazeteciliğin amacı doğru haber vermek, düşünceleri savunmak, insanlığın ilerlemesine hizmet etmektir” demişti. Bugün artık kamusal TV ve radyolara bile ticari görüşler egemen oluyor. Kamusal yayıncılık tarihe karıştı. Kamusal TV’ler reytinge göre program düzenliyorlar. İlgi çekmeyen, eğlendirmeyen, heyecan uyandırmayan eğitici, öğretici kültür programları, politik görüşlere ağırlık veren programlar ekranlarda yer alamıyor. Her kanalda magazin, seks ve sosyete haberlerinin, ünlü mankenlerin, popüler şarkıcıların, yarışmaların, futbol maçlarının ağırlığı var.
Öte yandan da gazeteciler güvencelerini yitirdiler, işten atılmalar çoğaldı, kadrosuz çalışan gazeteci sayısı yükseldi. Örneğin Fransa’da yazı başına ücret alanların oranı 1980’de %9,8 iken, bu oran 2005’te %20’ye çıktı. Gazeteciler hiçbir güvenceleri olmadan çalışmaya başladılar. Bizde de medyada zaman zaman büyük tasfiyeler oldu, yüzlerce gazeteci işten atıldı. Bunların arasında Zeynep Oral, Zeynep Atikkan, Umur Talu gibi ünlü köşe yazarları da vardı. Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nin çıkardığı Bizim Gazete birçoğuna kucak açtı, bazıları da meslek değiştirmek zorunda kaldılar.
Enformasyon herhangi bir ekonomi dalının bir sektörü durumuna geldi. Ücretsiz çalıştırılan stajyerlerin sayısı arttı, gazeteci sendikalarına karşı barajlar kuruldu, bazı işyerlerinde sendika üyeliği yasaklandı. Uzun, öğretici, eğitici röportajlar, incelemeler, araştırma yazıları tarihe karıştı. Medya gözlem merkezleri işte bu koşullar altında kuruldu.
Ignacio Ramonet 2003 Ekim’inde çıkan bir yazısında şöyle diyordu:
“Kitlesel medya ile globalleşme birbirleriyle sıkı sıkıya bağlıdır. Büyük medyadan meslek ahlak kurallarına uymayı ve gerçeklere saygı göstermeyi istemek gerekir. Gazeteci büyük işletmelerin ve patronların çıkarları doğrultusunda değil, kendi çıkarları doğrultusunda yazı yazmalıdır.”
Globalleşmenin zorladığı yeni ideolojik savaşta medya bir savaş silahı olarak kullanılmaktadır.
Bir Yunan filozofu Antik Çağ’da dünyanın dört unsurdan oluştuğunu söylemişti: hava, su, toprak ve ateş. Global dünyamızda buna bir beşincisi eklenmiştir: Enformasyon.
Ama bugün enformasyon beynimizi zehirler, kafamıza bizim olmayan düşünceleri sokar. İşte bunun için bir enformasyon ekolojisi yaratmak gerekir. Denizlerin katı atıklardan temizlenmesi gibi enformasyonu da yalanlardan arındırmanın zamanı gelmiştir. Biyolojik gıda ürünleri gibi biyolojik haberler üretilmelidir. Vatandaşlar büyük medyanın gerçekleri yansıtmaları için seferber olmalıdır. Gerçeğin araştırılması doğru haberlere dayanır. Büyük medya patronları kendi çıkarlarını kamusal çıkarlar diye yutturmaya çalışırlar. Ama işyerlerinin çıkarı hiçbir zaman vatandaşların haklarının üstüne yükselemez.
Yaygın medyadaki bozukluk yalnız bir etik sorunu değildir. Bu kokuşmuşluğun nedeni uluslararası ekonomik düzensizliklere, sömürgecilik anlayışına, globalleşmeye dayanır.
Uluslararası düzeyde bu dengesizliklere ve yalancılığa tepki olarak, otuz yıllık dostum Roberto Savio, 1960’lı yıllarda Latin Amerika’da IPS ajansını kurarak alternatif iletişimin en güzel örneklerinden birini oluşturdu. Bianet de IPS’nin desteğiyle kuruldu.
Birkaç yıl önce yitirdiğimiz ünlü sosyolog Pierre Bourdieu’ye göre iletişimde en korkunç olan şey heyecan verici ve olağanüstü haberlerin araştırılmasıdır. Eskiden bu gibi haberlere spor basını ve cinayet haberlerini yazan gazeteler ağırlık verirlerdi, şimdi bütün medya bunlara yöneliyor.
Bizde de öyle değil mi? Alın Hürriyet’i, Milliyet’i, Sabah’ı, Tercüman’ı, Posta’yı... Birinci sayfalar her gün heyecan verici haberlerle, cinayetlerle, seks skandallarıyla, ünlülerin cinsel ilişkileri, seks rezaletleri, sevişmeleri, aldatmaları, töre cinayetleri ve yolsuzluk haberleriyle dolu. Manşetlerde, sür başlıklarda pabuç kadar harflerle bunlar veriliyor. Eskiden bu tür haberler ciddi gazetelerin hiçbirinde yer almazdı. Bunlar meslek ahlakına aykırı sayılırdı. Şimdi kim dinliyor meslek kurallarını?
Şemdinli olaylarında, İsmailağa Camisi’ndeki linç olayında, Diyarbakır’da patlayan termos olayında, Araplara satılmak istenen arsa olaylarında, usulsüz yapılanmalarda, kaçak inşaatlarda, Danıştay olayında, Irak ve Lübnan’a saldırılarda izleyici ve okur ne ölçüde doğru bilgiye ulaşabilmiştir?
Televizyonlar da öyle değil mi? CNN, NTV, TRT gibi birkaç kanalın dışında bütün kanallar heyecan ve seks ticaretinde birbirleriyle yarışıyorlar. Kamusal televizyonlar, yani TRT de onlarla reyting yarışına girişiyor. Ne oldu bizim kutsal kamusal TV anlayışımıza?
Biz yıllar boyu UNESCO’da uluslararası etik kurallarının saptanması ve onlara saygı gösterilmesi için savaşmıştık. Yenik düştük. Savaşı global magazinciler kazandı. Bizim projeleri torpillediler. Artık UNESCO’da “Medyada Ahlak Kuralları” yer almıyor.
Fransa’da politikacılar ancak magazin programlarının içinde, bazen de show programlarında seslerini duyurabiliyorlar. Kamusal yayın organları da bu havaya uyuyorlar. Halka gerçekleri gösterebilecek, kitlelerin kültürünü geliştirecek programların, belgesellerin oranı gittikçe azalıyor. Bu feci bir gidiş. Fransa’da Merhum Kamusal TV diye kitaplar yayımlanıyor.
Ama okur, izleyici ve dinleyici de uyumuyor artık. Bu gidişe dur demek için insanlar örgütleniyor. Bunların ilki Acrimed (Action-Critique-Medias) adı verilen dernek. 1995’te kurulan bu dernek araştırmacılardan, üniversite öğretim üyelerinden, okur ve izleyici temsilcilerinden oluşuyor. İnternet üzerinden yayın yapıyorlar. Amaç bağımsız eleştirileri halka duyurmak. Medya düzenine, medya kirlenmesine, medyadaki yoğunlaşmalara, enformasyonun ve kültürün finans pazarlarında fahişe gibi kullanılmasına karşı çıkmak.
Fransa’da Acrimed’den sonra kurulan ikinci önemli merkez Uluslararası Medya Rasathanesi (Observatoire International des Médias) oldu. Böyle bir merkezin kurulması, ilk olarak Ocak 2002’de Porto Alegre’de globalleşmeye karşı toplanan Sosyal Forum’da önerilmişti. Merkez bu önerinin ışığında bir yıl sonra, 23 Ocak 2003’te kuruldu. Kurucular medyanın sermaye ve iktidar karşısında görevlerini yerine getirerek bir karşıt güç oluşturamamış olmasından ve neoliberal globalleşmenin maşası durumuna gelmesinden yakınıyorlardı. Amaç büyük medyadaki üçkâğıtçılıklara, yalanlara ve zehirleme kampanyalarına karşı toplumu korumaktı. Ekonomik iktidarın ve ideolojik egemenliğin büyük medyadaki etkinliğinin üzerine gidilmeli, haberler kamu malı gibi savunulmalı ve vatandaşın doğruları öğrenme hakkına saygı duyulmalıydı.
Bu ilk medya rasathanesini 24 Eylül 2003’te kurulan Fransız Medya Rasathanesi (Observatoire Français des Médias) izledi. Bu merkezin kurucuları günümüzde sansürün biçim değiştirdiğini, medyanın kitlelere yalnız kendilerinin seçtiği haberleri yansıttığını, parasal ve ekolojik skandalların gizlendiğini ve bu konularda büyük bir sessizliğin yaratıldığını vurguladılar. Sansürün bugün “kendi kendine sansür” biçiminde uygulandığını ve gazetecilerin hep bulanık koşullarda çalıştıklarını belirttiler.
Bu merkezlerin üç çeşit kurucu üyesi vardır:
- Meslekten gazeteciler ya da deneyimli yazarlar
- Üniversite öğretim üyeleri ve araştırmacılar
- Medya izleyicileri ve okurlar
Fransa’da yukarıda sözünü ettiğim kuruluşlardan sonra Association Contre la Desinformation, De sintox, Alliance Citoyenne des Journalites, Clemi gibi başka kurumlar da oluşturuldu. Gençler de internette birçok medya eleştiri sitesi kurdular.
“Birileri kalkıp da basın ahlak konseyleri varken böyle gözlem merkezlerine ne gerek var?” diyebilir. Gerek vardır, çünkü birçok yerde ahlak konseylerinin üyeleri değişik kesimlerden gelmişlerdir, içlerin de patron temsilcileri de vardır ve her zaman objektif olmayabilirler. Onların amacı gazetecilerin basın ahlak yasalarına uygun davranıp davranmadıklarını denetlemektir. Okurun başvurusu üzerine olaya el koyarlar, medyanın atladığı, yanlış yansıttığı ya da abarttığı haberler doğrudan ilgi alanlarına girmez. Gözlem merkezleri ise medyanın ne ölçüde tarafsız ve dürüst olduğunu gözlemleyen bir kuruluştur. O iş başkadır bu iş başka.
Medya ombudsmanlarının ya da medyatörlerinin işi başkadır. Onlar medyaya yönelik eleştirileri ve başvuruları inceler, görüş belirtirler, aylıklarını çalıştıkları medyadan alırlar, patronlarına karşı ne ölçüde bağımsız olacakları tartışmalı bir konudur.
Medya gözlem merkezleri ise yeni bir yaklaşımın, yeni bir anlayışın ürünüdür ve bu tasarı her yerde gelişmektedir.
İşte bu nedenlerle İletişim Araştırmaları Derneği (ILAD) bu konunun üzerine eğilmiş ve yönetim kurulu eylül başındaki son toplantısında böyle bir merkezin kurulması için hazırlıklara girişmiştir. Türkiye Gazeteciler Cemiyeti, Galatasaray, Marmara, Kocaeli, Kıbrıs Lefke iletişim fakülteleri ve Doğuş Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi bu girişimi çok sıcak karşılamıştır. En az on iletişim fakültesinin, bazı gazeteci ve yazar derneklerinin de projeye katılması beklenmektedir.
Bu konunun tartışılması için tasarıya ilgi gösteren bütün kuruluşların katılımıyla önümüzdeki günlerde bir forum düzenlenecektir. Amaç en kısa zamanda bu projeyi gerçekleştirmek ve global iletişimin kokuşmuşluğuna çareler aramaktır.
Dipnot:
[1] Blog teknik bilgi gerektirmeden, insanların kendi istedikleri şeyleri, istedikleri biçimde yazarak oluşturdukları sitelere deniyor.
Kaynak: Hıfzı Topuz, “Medyada alternatif arayışlar ve medya gözlem merkezleri”, Başka Bir İletişim Mümkün-İstanbul Uluslararası Bağımsız Medya Forumu (Bildiriler), Haz. Sevilay Çelenk, IPS İletişim Vakfı Yayınları, 2008, s. 31-36.
(VC)