Havaalanına erken gidip orada beklemeyi yeğleyenlerdenim. Hem her an her şeyin olabileceği ülke ve yol -hele ki İstanbul- koşullarında hem de vardıktan sonra, giriş ve diğer işlemler için kuyruklarda gerilim yaşamayı sevmem. Erken yola çıkar, klasik uçuş öncesi işlerini hallettikten sonra da biniş alanına geçer, efendi efendi kitabımı okuyup uçağımı beklerim.
Misyon öncesi iletişim ve ayarlamalar sırasında, havaalanı tercihi olarak Sabiha Gökçen’i özellikle belirtmiştim. 13’ü sabahı, öğlen 13.00’teki uçuşum için aynı plana sadık kalıp sabah erkeni Kadıköy’den (FFKÇ) metroyla Sabiha Gökçen’e geçtim. “Online check-in” yapmışım, ufak valizi verip kapılar tarafına geçmek niyetim. THY kontuarları tarafına doğru yürüdüm. Yeni yapılanmalarından mülhem, her taraf A-Jet olmuş. Görevli konumundaki hanımefendiye bagaj teslimini nereden yapabileceğimi sordum, “Bu kontuardan yapabilirsiniz” dedi. Teşekkür edip ilerlerken uçuşumun nereye olduğunu sordu. ‘Beyrut’ deyince bu kez de hangi havayolu ile olduğunu. ‘THY’ diye cevapladım. Ve onun, “Ama buradan artık THY uçuşları yok ki, emin misiniz?..” demesiyle serencam başladı. Eh, en baştan demişim SG diye… Batılı da laf dinler, tabii ki uçuşum buradan olacak! O güvenle telefondaki biniş kartı görüntüsünü açtım, ona -yanıldığını- göstermek üzere… Geçmişler ola!.. Evraklarda hep İstanbul-Beyrut hattına odaklandığım için, alttaki minik havaalanı kısaltmasına hiç bakmamışım... Eh, SAW yerine IST yazıyordu elbet!
“Keçinin sevmediği ot burnunda bitermiş!” der ya halkımız, güya kaçındığım hal tam da başıma gelmişti. Yel yepelek dışarı çıktım ve kendi dikkatsizliğime de kızmakta olduğum için karışık duygular içerisinde ikinci hatayı yapıp taksiye binmek yerine iki alan arası otobüse bindim. Saat on otobüsünü birkaç dakika ile yakaladığıma seviniyordum güya! Yolda baktığım navigasyonda tahmini varış süresini iki saate yakın görünce içimde her türden olumsuz duygu ve düşüncenin ikinci dalgası başladı doğallıkla.
Gözüm ister istemez otobüsün ön camı üzerindeki elektronik saatte akan zamanda... gerilmekten midemde ağrılar... Yol boyunca içimden söylenip durdum kendime…
Nihayetinde vardık, otobüsten atlayıp koştur koştur alana girdim. Yetkili durumunda olduğunu düşündüğüm ilk görevliye; işimi ve hangi amaçla nereye gitmek amacında olduğumu ama an itibarıyla da vaziyetimi anlatıp yardımını rica ettim: Şükür, biniş başlamadan kapıdaydım!
MAP (Medical Aid for Palestinians) İngiltere merkezli bir sivil toplum örgütü. Bu yılın şubat ve mart aylarında; Uluslararası Kızılhaç (ICRC) adına Han Yunus/Gazze’de çalışırken karşılaşmıştım kendileriyle. Ekip anestezisti Grek asıllı İngiliz vatandaşı Konstilia ile bir-iki kez sohbet edebilmiştik. Döndüklerinde benden söz etmiş. Merkezleri bağlantı kurup ağustosta Gazze’ye gidecek ekiplerinin anestezisti olmam için teklifte bulundu, kabul ettim. Ancak o dönem İsrail’in katliam düzeyini iyice artırıp Refah ve geçiş kapısını da bombalaması üzerine gidiş iptal edilmişti.
İsrail’in Lübnan ve Hizbullah üzerine yönelmesi ve saldırıları sonrası, kasımda tekrar arandım. Bu kez de Lübnan güneyinde ve cephe hattına yakın Sayda’ya gidiş için oluşturulan acil tıbbi ekibin (EMT) anestezistlik teklifi gelince kabul ettim... Ve Beyrut’tayım!
Bizim kuşağın kulaklarında ta çocukluk zamanlarından kalan bir TRT haberi klişesi vardır:
“Lübnan’daki savaşta, sağcı Hristiyanlarla solcu Müslümanlar arasında çıkan çatışmalarda…” diye başlayan. İşte, 70’lere kadar; Lübnan, Ortadoğu’nun İsviçre’si… Beyrut, doğunun Paris’i… gibi klişelerin diyarı olan, çok kimlikli ve çok dinli Lübnan o zamanlardan bu yana her anlamda huzur bulamamış bir coğrafya. Resmi bilgilere göre en son 2019’dan bu yana süren ekonomik ve finansal krizle boğuşmakta. Daha yenilerde Lübnan Merkez Bankası 1 doların resmi kurunu 89 bin Lübnan poundu olarak açıkladı. Ülke “resmen” çift kurlu: Örneğin, hesaplar hem Lübnan poundu hem de Amerikan doları cinsinden yazılı olarak geliyor. Günlük hayatın para kullanımı gerektiren her alanında da aynı şey geçerli…
Apartmanlar, bloklar, gökdelenler ve aralarında azınlık kalmış olsa da halen var olan konak tarzı görkemli taş evlere ve bahçelerine bakınca anlayabiliyorsunuz; klişelerin aslında bir zamanlar gerçeği yansıttığını ve buralarda gerçekten şaşaalı bir hayatın hüküm sürdüğünü.
Öte yandan çevrenin, yolların, binaların ilk yapıldığından bu yana olduğu gibi kalmışlığına... Neredeyse adım başı yükselen ama yarım bırakılmış blok, site, yüksek yapı inşaatlarına... İstanbul siluetindeki minareler misal, göz alabildiğine sıralı ama çalışmayan inşaat vinç kulelerine bakınca da bugünkü gerçeği çıkarabiliyorsunuz kolaylıkla.
Ülkede 2022’den bu yana gerçek anlamda seçilmiş bir başkan ve hükümet yok. “Vekil” Başbakan Necib Mikati’nin de esamisi okunmuyor!
İsrail’in Gazze katliamını başlatmasından bu yana; Hizbullah-İsrail çatışmaları nedeniyle Lübnan’da da 4 binin üzerinde (Aralık başında 4 bin 47 idi) ölü ve 15 binin üzerinde yaralı olduğu belirtiliyor. Saldırılar genellikle Beyrut’un güneyinde Dahiye, Baalbek-Bekaa ve Güney Lübnan’da yoğunlaşmış. İsrail; Hizbullah ve Hamas liderlerinin olduğunu düşündüğü bütün yerleşim merkezlerini sivil-askeri ayrımı yapmaksızın hedef almış, alıyor. Beyaz fosfor bombası kullanarak tarımsal alanların tahribi ve yaygın yangınları hedefledikleri belirtiliyor. 900 binin üzeri bir sayıda bölge insanı yerini bırakıp göç etmek durumunda kalmış. 250 binin üzerindeki Filistinli mülteci kamplarda yaşamaya çalışıyor. 557 binden fazla Suriyeli ve Lübnanlının ise bölgeden daha “güvenli” buldukları Suriye tarafına geçtiği aktarılıyor!
Kısa bir süre önce gerçekleşen Hizbullah-İsrail ateşkesi gidişatı yavaşlatmış durumda. Ancak sürecin yıkıcı etkileri karşısında yetersiz kalan sağlık hizmetlerini artırabilmek, var olanı da sürdürebilmek amacıyla Lübnan Sağlık Bakanlığı; MAP, ICRC, MSF, Interburns gibi uluslararası sivil toplum kuruluşları ile ortak çalışıyor ve destek alıyor.
Lübnan vatandaşları bir şekilde yine de sağlık sisteminden yararlanabiliyorlar… Öte yandan, özellikle Filistinli mülteci ve göçmenlerin zaten boğuştukları açlık, yoksulluk ve yoksunluk halleri yetmezmiş gibi sağlık sistemine de doğrudan erişimleri yok. Bu yüzden uluslararası kurumların ulaşabildikleri ölçüde yapabildikleri, bu halk için gerçekten bir anlam oluşturuyor ve fark yaratma yolunda…
Akşam Beyrut’ta yapılan toplantıda MAP’ın yerel ekibi ve yerlerini alacağımız arkadaşlarla tanıştık. Bizim ekip; Filistin kökenli İtalyan/İngiliz vatandaşı ve genel cerrah Awad, İspanyol kökenli İngiliz vatandaşı ve acil hekimi Juan, Ürdün’de yaşayan Filistin kökenli ameliyathane hemşiresi Shouaib ve benden oluşmakta.
Awad sempatik, konuşkan. İngilizce, Arapça ve İtalyanca biliyor oluşu da buna “yardımcı” oluyor doğrusu. Her daim aç, yemek ve tatlıya hayır dediği yok. Juan, kendisinin de dediği gibi gerçekten hiperaktif! Ne konuşma hızına yetişmek mümkün ne de hareketliliğine. Shouaib ise grubun en sakin ve alçakgönüllü olanı. Üçümüze bakınca; “Nerden düştüm bu delilerin arasına?!..” diye düşünüyor olması kuvvetle muhtemel ama efendi adam, belli etmiyor.
Başladık, birkaç gün sonra günlük konuşmalarda bana yönelik “Boss” sözcüğünün farkına vardım. Günlük programımız, yeme-içme… Ortak karar almamız gereken her konuda, “Nasıl dersen Boss!” diyorlar. En sonunda, “Ne Boss’u?..” diyecek oldum, cevap hemen geldi. Bunlar aralarında karar alıp beni lider seçmişler! İtirazım kabul görmedi, biz seçtik oldu, bitti mealinde…
Diyeceğim, ekibimiz çok iyi ve kafa dengi ki hem medikal hem de para-medikal anlamda en önemli şey bu, bunca yıl ve onca deneyim sonrası çok iyi bildiğim üzere…
14’ü sabah sekizde 40 km güneydeki Sayda’ya yollandık. Yollardaki büyük “billboard”lar çoğunlukla Hasan Nasrallah, arada Haşim Safiyüddin ve adını anımsayamadığım bir diğeri olmak üzere öldürülen Hizbullah liderlerinin fotoğrafları ile dolu çokluk. Bir tane de Refik Hariri’yi anan gördüm…
Alışmışım Asya’da, Afrika’da “Allah’ın unuttuğu yerler”de çalışmaya; öyle bir yanda apartmanlar, gökdelenler… Öbür yanda sürekli deniz, kumsal görünce insanın ezberi bozuluyor!.. Sayda girişindeki beton bloklar, bariyerlerle kaplı askeri kontrol noktası bir noktada gerçekliğe dönüşü sağlatıyor insana!..
Çalışacağımız hastane, Türk Hastanesi (Turkish Trauma and Emergency Hospital). TİKA tarafından Lübnan hükümeti ile yapılan anlaşma ile inşa edilerek 2010’da tamamlanmış. Ancak yerel güçler ve merkezi otorite arasındaki anlaşmazlıklar nedeniyle birkaç ay öncesine kadar kapalı kalmış. Resmi bilgi böylesi…
Teşbihte hata olmazmış, temiz tirendez bir yapı. Üç katlı. İlk kat, acil servis ve yönetim katı olarak işlev görüyor. İkinci kat ameliyathane ve hasta bölümleri. Son kat genel olarak gönüllülerin barınma alanı olarak kullanılmakta.
Yerel stafın çoğunluğu da sivil toplum örgütleri tarafından istihdam edilmekte. 3 ameliyathaneden ancak ikisi çalışabiliyor. Operasyon sonrası derlenme ve Yoğun Bakım için ayrılan geniş alan yoğun bakım koşulları sağlanamadığı için salt derlenme olarak kullanılmakta.
Havaalan(lar)ı “macerası ile gergin başlayan misyon, Sayda’daki ilk gün ve ilk vizitteki “hadise” ile olağan mecrasına geri döndü!
Hastaneye vardık, kısa bir fiziki yapıyı tanıma turu sonrası genel vizitteki meslektaşlara katılmak üzere cerrahi katına geçtik. İki grup karşılaşınca vizite ara verildi ve klasik kısa tanışma selamlaşma faslı başladı. Tam o anda “Ercan!” diye bir feryat duymamla feryadın sahibinin bana sarılması bir oldu! Yahu n’oluyo derken bir baktım boynumdaki adam Muhammed. Muhammed Ziara! Gazze’de bir ay birlikte çalıştığım Filistinli plastik cerrahı arkadaşım! Daha sonra ayrılıp ailesi ile birlikte Mısır’a geçmişti.
Tabii bizimkisi doğu usulü bir muhabbet... Bir de “asker arkadaşlığı” misal zorlukları paylaşmışlığımız var... Sarılıp duruyoruz, millet şaşkın, bakınıp ne olduğunu anlamaya çalışıyor…
Muhammed Gazze’den ayrılırken o koşullarda bulabildiği birkaç küçük hediye almış, ameliyathane ekibinden bazılarına verecek… Önce bana gösterdi, “İstediğini seç!” diyerek. Filistin haritası şekilli anahtarlık dikkatimi çekti. İçinde yazanın ne olduğunu sordum. “Hiçbir yere gitmiyoruz!” mealinde olduğunu söyleyince, “Ver sen onu bana!” deyip almıştım. Aylar sonra hiç ummadık şekilde tekrar karşılaşmanın sevinci bir yana; Muhammed anahtarlığı taşıdığımı ve hep yanımda olduğunu görünce müthiş mutu oldu. Hem alıp hikâyesini anlatarak herkese gösterdi, hem de tekrar bir hatıra fotoğrafı çektirdik…
Hastanede MAP yanı sıra; Interburns, MSF (Medecins Sans Frontieres, Sınır tanımayan doktorlar), EMT (İngiliz, Emergency Medical Team), GMT (ABD, Global Medical Team) ortaklaşa çalışıyor.
Biz, Interburns ve MSF acil ve cerrahide çalışırken; EMT fizyoterapi, GMT’de nütrisyon (beslenme desteği) ve acil platformlarında yer alıyor.
Her yaş ve cinsten olan hasta yelpazesi aktif çatışma döneminde daha çok ateşli silah yaralanması vakası iken, şimdilerde patlama ve yıkıntı altında kalmaya bağlı travma vakaları ile yanıklar çoğunluğu oluşturmakta. Cerrahide ekipleri olan Interburns, MSF ve MAP’in ortaklaşa çalışması ve yardımlaşma söz konusu ama pratikte daha çok MSF kendi vakalarını yapar, MAP ve Interburns ise ortak çalışır durumda.
Sabah toplantıları, vaka sunumları ve değerlendirmeler birlikte yapılıyor ve gereğinde ekipler birbirine her türden desteği sağlıyor.
Paylaşma ve dayanışma şiarını elimden geldiğince ve koşullar elverdiğince hayat(ım)a aktarmaya çalışırken olagelen kimi haller, yaşanılanlar ve paylaşılanlar, hayatlarına değebildiğiniz insanlar… Her şeye karşın bir sevinç ve tazelenme nedeni olabiliyor.
Burada tanıştığım insanlardan birisi Toni. ABD vatandaşı. Pediyatri ve acil tıp eğitimi almış. Nebraskalı. Uzun süredir Alaska’da yaşıyor ve çalışıyor. Uzmanlık alanlarının yanı sıra özel olarak eğildiği, eğitim alıp çalışmalar yaptığı bir alan daha var: Irkçılık! Tıp öğrencilerine ve hekimlere ırkçılık üzerine dersler veriyormuş.
Ayrımcılığın, tahayyülün çok daha ötesinde bir ağırlık ve yakıcılıkla sürdüğünden dert yanıp ABD’de yapılan bir çalışmayı anlattı: Bir grup siyah ve beyaz doktor ile bunların siyah ve beyaz hastaları izlem altına alınmış. Süre sonunda şu sonuçlar saptanmış: Siyah hekimin hem beyaz hem de siyah hastalarında iyileşme oranı yüksek, mortalite sonuçları ise iki grupta da birbirine çok yakın ve istatistiksel olarak anlamlı şekilde düşük. Beyaz hekimin beyaz hastalarında; siyah meslektaşına benzer yüksek iyileşme ve düşük mortalite çıkarken, siyah hastalarında mortalite ise istatistiksel olarak çok anlamlı derecede yüksek!
Toni’nin antipalestinianracism.org adlı sitesinde görülebileceği gibi Filistinlilere yönelik ırkçılık ve ayrımcılığa dair çalışmaları var. Çalışma; Filistin ve Filistinlilerin haklarını savunan üniversite eğitimcisi ve öğrencilerin %70’inden çoğunun, göz ardı edilemeyecek kadar yüksek oranda ayrımcılığa maruz kaldığını; buna bağlı olarak, emosyonel ve sağlık sorunlarıyla da yüz yüze kaldıklarını göstermiş.
Ve şimdi de Sayda’da. Daha da bir şeyler yapabilmek için... Çalışıyoruz birlikte…
Evleri, çevreyi, yolları, duvarları, bahçeleri, tabelaları, çalışmayan trafik ışıklarını; hepsinin yapıldıktan sonra adeta bir daha hiç dokunulmamış gibi olan hallerini gördükçe... Yarım kalmış heyula gibi inşaatlara, distopik film manzarası gibi “sonsuz” sayıda ve sessizlikte duran inşaat vinçlerine baktıkça… sanki Lübnan’da zaman durmuş gibi tuhaf bir hissiyata kapılıyor insan, ister istemez!..
Öte yandan İstanbul’a rahmet okutan bir deli trafiğe, AfPak ülkeleri ile yarışır motosiklet bolluğu ve kullanım tarzına, Öğleden sonra hele de akşamları dolup taşan caddelere, sokaklara, “souk”lara, lokantalara ve kahvelere bakınca... Kaldırımlarda, köşelerde erkekler; lokantalarda ve kahvelerde kadınlar, fokur fokur, duman duman nargile tüttürmelerini görünce… O hissiyat kayboluyor! Duran zaman değil, akan zaman; ama kendi mecrasında ve kendince… diye düşünüyor ve hissediyorsunuz!
Öncelikle kadınların ve çocukların, nihayetinde insanların ölmediği; savaşsız sömürüsüz, sağlıklı ve mutlu, iyi ve güzel bir dünya getiren bir yeni yıl, yıllar olması dileğiyle selamlar sevgiler; Sayda, Lübnan’dan…
26.12.2024
Turkish Hospital (Sayda/Lübnan)
Hamiş: İki afişte de yazılı olan metin aynı. Anlamını sordum; görünen üç satır ama Arapça işte, çevirmede epey uğraştılar! Sonuçta şöyle bir meal söz konusu: “Siz ve biz... ve burası da bulunduğumuz yer, savaşacağımız meydan!”
(ET/VC)