2 Şubat Cuma, öğle sonrası ikide kalkacak olan uçağım 1,5 saatlik rötar sonrası havalanıp akşam saatlerinde Kahire Uluslararası Havalimanı’na indi. Kızılhaç’ın (ICRC) aracıyla da kalacağım otele ulaştırıldım. “X ray” kontrollü giriş sonrası resepsiyon görevlisi oda kartını verirken, bir görevlinin benimle geleceğini, bavulumdaki “bıçağı” ona teslim etmem gerektiğini söyledi. Ayrılırken tekrar bana geri verileceğini ekleyerek. Ben, nihayetinde bir çakı olduğunu söyleyerek itiraz ettim. “Patronum”, hocam, ağabeyim Prof. Dr. Mois Bahar’ın ta misyonlar başlangıcında bana hediye ettiği çakı idi o. İki uçlu, açılınca uzunlamasına ikiye ayrılıp çatal ve bıçak haline gelen marifetli bir çakı ki, bu tür yolculukların ara duraklarında hayatımı oldukça kolaylaştırmakta, aldığımdan bu yana. Alman zincir oteli, Alman ekolü; itirazım kabul görmedi doğallıkla!
Odaya çıkıp bavulu açtım. Kızılhaç 1,5 sayfalık uyarı notu göndermişti. Alanda, koşullara bağlı yetersizlik olabildiğini vurgulayarak; uyku tulumundan havluya, ameliyathane formasından “crocs”lara, beş günlük kuru yiyecekten çatal-kaşığa dek her türden ihtiyaç malzemesini de yanımda getirmemi belirten. Sonuçta; minimumda optimumu sağlayabilecek bir denk yapıp tıkmıştım bavula... Şimdi o hengâme içinde bir çakıyı bul bulabilirsen! Azcık kafam da bozuk, ilk defa böyle bir şey başıma geliyor, tekrar indim aşağı. Bana “X ray” fotoğrafını göstermelerini istedim. Oradan çakının yerini lokalize edip daha kolay bulabilirim diye. Gösterdiler ama görünen bir çatal! Hani istek üzere çatal kaşık götürecektim ya, ne olur ne olmaz diye bir de bıçak ekli; hepsi bir arada streçle sarılmış (FFKÇ)… Neyse; anlaştık sonunda resepsiyonist ve otel güvenlik sorumlusu ile “yemek takımı”nın sorun olmayacağı üzerine de, hikaye sona erdi.
Ertesi sabah önce yakından akan Nil çevresi üzerinde bir tur atıp, en güzel görünümlü köprüsünün üzerinden de geçerek “tavaf”ı tamamladım. Sonra; otelin neredeyse bitişik olduğu, bir zamanların meşhur Tahrir Meydanı’nda dolaşmaya çıktım.
Meydana açılan bütün yolların başında; zırhlı polis taşıyıcı araçlar, özel giysili “robocop”lar, yeşilli, siyahlı, sivil, envay-ı çeşit polisler mevzilenmiş durumda. Dikdörtgen denebilecek geniş alanın bir ucundaki dairevi meydanın ortasında eski Mısır döneminden bir dikilitaş var. Etrafında sular akan katlı bir havuz. Öbür uca doğru yerleşik bir park, parkın ve dikdörtgen açıklığın öbür ucunda da Mısır Müzesi var. Resmi adı öyle ama pembe taşlı anıtsal binanın üzerinde kazılı olandan binanın zamanında Abbas Hilmi Paşa’nın makamı olduğu da düşünülebilir.
Asıl meydan tarafında, dikilitaşı arkama alıp bir fotoğraf çekeyim dedim. Hiç sevmem bu “selfie” işini ama Tahrir ve hikâyesi adına razı ettim kendimi de; daha acemisi olduğum işin ayarını yapmaya çalışırken telsizli bir sivil bitti tepemde, “Okeey, okey!” diyerek… Yahu, bu polis milleti hep mi sevimsiz olanlardan seçiliyor?!..
ICRC Kahire delegasyonunda güvenlik brifingleri tamamlandıktan sonra Pazar sabahı (4 Şubat) Gazze’ye doğru yola koyulduk: Grupta tıp mensubu yalnızca ben vardım. Diğerleri lojistik, aile koruma ve “Eco-Sec” gibi destek grup elemanlarından oluşmaktaydı. Süveyş Kanalı geçişi öncesi ve sonrası üçer kez kontrolden geçtik… Sonrasında da saymayı bıraktım zaten. Süveyş’i; Avrasya misal tünel marifetiyle geçip, altı saatlik yolculuk sonrası Sina Yarımadası’nın kuzeydoğusundaki El-Ariş’e ulaştık. Orada geceleyip sabah erkenden 30 km mesafedeki Refah geçişine yollandık.
El-Ariş’e giderken; sağda solda birkaç tane gördüğüm yardım yüklü tırlar, El-Ariş sonrası yol kenarında bekleyen konvoylara dönüştü. Yol kenarı sıra sayısı da birden, dörde kadar tırmandı. Kargoların üzerlerinde bildiğim, bilmediğim ülke bayrakları ve örgüt adları…
Refah kapısının önce Mısır, sonra Filistin bölümlerini geçince Gazze Şeridi’ne yeniden ayak basmış oldum. Daha önce de 2014’teki büyük İsrail saldırısı sonrası, Sınır Tanımayan Doktorlar (MSF) ile Gazze kentine gelip çadır hastanede çalışmış idim. Artık öyle bir yer kalmadığı için Han Yunus’a avdet etme durumundaydım bu kez.
Han Yunus’un; İsrail saldırısı öncesi 250 bin olan nüfusunun şimdilerde 1,5 milyona ulaştığı belirtiliyor. Gerek brifinglerde gösterilen uydu fotoğraflarından gerekse de Han Yunus cadde ve sokaklarında hastaneye doğru ilerlemeye çalışırken bu anlaşılabiliyor zaten: Uygun bütün alanlar, yollar; kaldırımlara varıncaya kadar bitişik nizam naylon/plastik/çuvaldan mamul “çadırlarla” dolmuş. Yerleşim merkezinden ziyade bir mülteci kampı görüntüsü bütün çıplaklığıyla ortada olan… Ve adeta mahşeri bir kalabalık…
ICRC’nin faaliyet gösterdiği, dolayısıyla benim de çalışacağım “European Gaza Hospital” (EGH) ise bu halin küçük ama katmerli örneği idi. Ne kadar anlatılmış olsa da gözlerimle gördüğüme aklımla inanmakta zorluk çektim gerçekten ilk anlarda: Sanki çok kalabalık ve yoğun bir semt pazarı içine bir-iki hastane bölümü serpiştirilmişti adeta!
İnsanların gidecek bir yeri yok... Başka bir çareleri de yok... Can kaygusuyla hastanenin vurulmayacağı umudu bir bölümünü de çaresizce buraya yönlendirmiş: Hastane bahçesi ve binalarının bütün koridorları kumaş/bez/plastik, elde ne varsa onlarla çevrilip bölünerek bir tür “çadır” yerleşimi haline gelmiş. Bahçe içindeki hemşire okulu binası; sınıf, oda, koridor… Hepsi aynı durumda. Hastane içindeki boş bölüm ve odalar da aileler tarafından mesken haline getirildiği gibi; yatan hastaların yatak arası boşlukları da; sünger, battaniye… artık ne varsa kullanılıp barınma alanı, en azından uyunabilecek bir mekan haline getirilmiş.
Haftada iki kez vizit yapıyoruz. Biz hastayı değerlendirirken ailenin kadını yanı başımızda, tencerede hamur yoğurur olabiliyor… Ya da biz gelince iki yatak arasında uyuyanlar; çaydanlıklar, küçük ocaklar falan kaldırılıp alan açılıyor.
Ameliyatlar genellikle gece dokuz, on gibi; bazen de gece yarısına doğru bittiğinden, dönerken artık uykuya düşmüş insanların arasından geçiyoruz. “Çadır”ların içi, perde ve örtülerin arkasını görmeye gerek yok! Koridorlarda, açıkta; yerlerde yatıp üzerine battaniye çekili insanları… Hele de onca çocuğu görünce; Gazzelilerin düşürüldüğü bu çaresizlik ve yoksunluğa isyan etmemek elde değil…
Ameliyathanede çalışırken bize yardımcı olan, ameliyatlar bittiğinde acil servise gidip çalışmaya devam eden tıp öğrencisi genç kızdan ailesinin hikâyesini dinliyorum. Han Yunus’un kuzeyinde yaşıyorlarmış. Sonra malum hikâye: İsrail ordusu (IDF) telefon ediyor, “Evi terk edin, vurulacak!” diye. Can korkusuyla onca yıllık evlerini bırakıp geliyorlar ve onlar da hastanenin bir köşesinde barınıp yaşamaya çalışıyor şimdi.
Çevremdeki herkesin ailelerinden kayıpları var. Bütün ailesi, yakınlarını yitirenler de… Ev-bark mevzuuna girmeye hiç gerek yok!
Sonuç dediğim gibi, mahşeri bir kalabalık… Her türlü fakr-u zaruret içinde barınmaya ve yaşamaya çalışan… Özellikle de kadınlar ve çocuklar…
Olağan çalışma hayatı, eğitim, sosyal yaşam… Günlük doğal hayat adına kalan, süren hiçbir şey yok. Su, elektrik, altyapı, yiyecek, yakacak, yatacak… Hiçbir şey yetmiyor, yetemiyor doğallıkla.
EGH’de; biz cerrahi binası giriş katında, eskiden kalp-damar cerrahisi ameliyathanesi olan bölümde cerrahiyi sürdürüyoruz. Yukarı kattaki beş ameliyathanenin üçünde ise Filistinli meslektaşlarımız kendi branşlarının operasyonlarını gerçekleştiriyor. Kızılhaç hastası olarak geçen vakaların koğuş ve odaları ise hastane bahçesine yeni kurulan prefabrike bölümde.
Teorik olarak sabah sekiz-akşam sekiz olarak belirlenen ameliyathane çalışma süresi; listedeki vakaları ve acil eklenenleri bitirebilmek amacıyla, çoğunlukla daha geç saatlere kadar sürüyor. Her cins ve yaştan; ortopedi, genel cerrahi ve özellikle de patlama yanıklarına bağlı plastik cerrahi vakaları hasta skalamızı oluşturmakta.
Ekip olarak kaldığımız yer ise hemşire okulunun birinci kat koridorları! Herkes mat veya sünger üstünde, uyku tulumunda uyuyor. Ortak kullanımdaki mutfak, duş ve tuvalet alanı sağdaki koridorda.
Koridorlar bizim yaşam alanımız. Sınıflar ise pencereler nedeniyle güvenli olmadığından; üst değiştirme, çamaşır kurutma ve fazlalık eşyanın konma alanı olarak kullanılıyor.
Hazır gıda, konserve… Sabah ve akşam herkes kendi başının çaresine bakıyor. Öğlenleri hastanede yemek çıkıyor köpük kaplarda. Menü hep aynı, pilav. Bazen yanına fasulye, mercimek gibi bir şeyler eklenmiş olabiliyor. Kimsenin bir şey dediği yok zira herkes durumun farkında. Pilavın yanına veya üzerine bir şeyler ekleyip, daha “değişik” hale sokarak akşam yemeği haline getiriyorum.
Tuvaletlerde “mecburi” haller dışında sifon çekilmiyor çünkü su kıymetli! Kettle’da su ısıtılıp plastik kovada ılıştırılıyor ve küçük konserve kutusundan maşrapa ile duş alınıyor: Su kıymetli! Yakın zamana kadar herkesin kendi yıkadığı çamaşırlar için artık makine var. Ancak kişisel yıkama yok! Biriktirilerek toplu yıkama yapılıyor ki o da kısa ve hızlı programda: Su kıymetli!
Han Yunus’un teknik olarak 4-5 km uzağındaki İsrail ordusu özellikle roketleri ve topçusu yanı sıra ağır makineli atışları ile de gece-gündüz faaliyette. Sürekli atış yapıyorlar. Asıl amacın korku ve tedirginlik yaratıp halkı boyun eğmeye zorlamak olduğu belirtiliyor. Nokta atış yaptıklarında; “içe dönük patlama” ile binanın kendi içine doğru çöktüğünü, onun dışında ise tahrip gücü yüksek roket ve topçu ateşi ile geniş alan yıkımı yaptıkları anlatılıyor. Filistinlilerin; “ateş çemberi” ve “ateş kemeri” adını taktıkları bir atış türü var: Sanki uçaksavar atışı gibi peş peşe, dairevi veya düz bir hatta düşen roket atıyorlar. Bir de ağır makineli atışları… Özellikle de gündüzleri.
“Ara verdiler galiba?!” diye düşünecek gibi olurken gümbürtü yeniden başlayıveriyor bir anda... Ya da gece kan uykudayken veya daha sabah alacasında… Sağır kulağımla geceleri ben bile uykumdan uyanıyorum patlama sesiyle. Orta, kısa mesafede olanlarda zaten bina, kapı, pencere her şey zangır zangır sallanıyor.
Sürekli aynı teraneye gün ışığına çıkabildiğim kimi zamanlarda gördüğüm jetler ekleniyor. Ne olur ne olmaz diye hedef olmamak için aldatıcı fişekler fırlatarak uçuyorlar. Artık her nereyi bombaladılar veya bombalamaya gidiyorlarsa…
Bizim için ise değişen bir şey yok, işimize bakıyoruz.
Hastane dışına, daha doğrusu ameliyathane ve iş bittiğinde kaldığımız kata gitmek için iki bina arası yürümek dışında dışarıya çıkmamız yasak. İsrail ordusu keskin nişancıları için en değerli hedefin (ikincisi gazeteciler) formalı sağlık mensupları olduğu tecrübe ile sabit olduğundan kesinlikle kural dışına çıkılmıyor.
Belli bir bilgi ve formasyona sahip insanlarla konuşup, Gazzelilerin ne düşündüğünü öğrenmeye çalışıyorum. Çok mantıklı ve gerçekçi bağlamda epey şeyler anlatıldı, can kulağıyla dinledim... Polemik dışında kalmak için dinlerken çok etkilendiğim birkaç cümleyi aktarmakla yetineceğim sadece:
(“Han Yunus’ta bazı yerlerde sanki biraz da savaş yokmuş, olağan hayat devam ediyormuş gibi” dediğimde aldığım cevap:) Dört aydan bu yana sürüyor savaş. İnsanlar bitti, tükendi artık. Ne yapsınlar?!.. Ölenler öldü, kalanlar kaldı. Ölmeyenlerden de ölecekler var... Ama artık mecburen devam etmek zorundalar çünkü hayat sürüyor.
…
İsrail’in askeri-istihbari çoğu efsanesi yıkıldı... Netanyahu bu savaş bittiğinde sonunun geleceğini biliyor. O yüzden tek kurtuluş olarak gördükleri bir “fotoğraf”ın peşindeler: Yarı çıplak bir Filistinli, elinde bir çubuk, ucunda beyaz bayrak, sallayarak geliyor... Teslim oluyorlar!.. İstedikleri bu! Ama dört aydır bu fotoğrafı alamadılar; o yüzden bizi mahvettiler, mahvetmeye devam ediyorlar…
…
Okulumuz, eğitimimiz, hayatımız, hayallerimiz… Her şeyi yok ettiler. Sıkışıp kaldık bu savaş cenderesinde ve hiçbir şey düşünemez, ümit edemez hale getirildik…
Delikli demirin icad olunup mertliğin bozulması misal; internet ve yaygınlaşması sonucu, insanlarımın benden ve ortamımdan haberdar olmaya yönelik taleplerinin de başladığını ve eski gidişlerime kıyasla giderek arttığını yazmıştım daha önce.
Gazze bu bağlamda tavan yaptırmış durumda. Eksik olmasın arkadaşlar ve dostlar; kırık dökük çalışan ağa her bağlanabildiğimde çok sayıda mesaj olduğunu görüyorum, beni ve durumları soran. Hele ki, medyaya yansıyan İsrail saldırıları sonrası. İş öyle bir noktaya tırmandı ki, yazanlara ve sorulanlara cevap yetiştirmeye kalkışsam, zamanımın çoğunu haberleşmeye vermem gerekecek!
O yüzden; artık geleneksel hale gelen ve genelde çalışma dönemi sonunda veya en azından süreyi yarıladıktan sonra yazdığım ortak mektubu, bu kez çok daha erkenden yazmaya karar verdim ki; herkes rahatlasın, ben de işime bakabileyim.
Sonuçta; herkesin düşünüp bileceği, Kızılhaç’ın dediği gibi olsun:
“No news is good news!”, haber yoksa haberler iyi demektir!
Kalın sağlıcakla…
(ET/VC)