Aslında benim de yeri geldiğinde dile getirdiğimdir, ‘Büyük lokma ye, büyük laf söyleme!’ darb-ı meseli. Güney Sudan’dan her geri dönüşümde, başkenti Juba’nın gerçekten de tırnak içinde “Uluslararası Havalimanı”ndaki mutat keşmekeşten kan ter içerisinde çıkıp, uçağa doğru yürürken; hep dediğimdi, ‘Bir daha mı, tövbeler tövbesi!..’.
Ama gel gör ki; takvim 1 Kasım 2021’i gösterirken yine Güney Sudan'a gitmek üzere İstanbul Havalimanındaydım!
Uluslararası Kızılhaç (ICRC ) Tıbbi Personel sorumlusu Geraldine Meichtry e-posta gönderince “ihtiyaçtan” diye; her ne kadar “tövbekar” olsam da, paylaşma ve dayanışma adına bana yine bavulu toplayıp dünyanın en yeni ülkesine yollanmak düşüyor!
Akobo – Güney Sudan’daki ICRC – MST (Mobil Cerrahi Tim) anestezisti olmak üzere; İstanbul-Doha/ Katar- Nairobi/ Kenya- Juba rotasındaki üç ayaklı uçuşun nihai ayağında Nairobi’den havalanan Kenya havayollarının uçağı Juba pistine tekerlek koydu, sonra apronun biraz uzağında durdu.
Afrikalılar da bizim gibi; daha uçak takside iken ayaklanıp çantalarına saldırıyor, sonrada hosteslerin göğüslediği noktaya kadar ilerleyip bekliyorlar. Bir yandan uçak koridorundaki insanların telaşını izlerken arada bir de camdan dışarı bakıyordum.
Covid – 19 koruyucu ekipmanı giyinmiş iki adamın uçağın ön ve arkasına getirilen iniş merdivenlerine yaklaşıp beklediklerini gördüm. Giysiler benzer ama fark sırtlarında taşıdıkları böcek ilacı pompaları idi!
Onlar mevzilendiler, kapılar açıldı, insanlar inmeye başladı: O iki görevli merdiven başında ineni durduruyor, yolcunun her tarafına ilaçı (dezenfektan?) sıktıktan sonra atın nal kontrolü gibi ayakları da tek tek kaldırtıp sıkmaya devam ediyorlar, bitirince bırakıyorlardı! Ben de nasibimi aldım elbet.
Sonra herkesle beraber ben de geliş “terminali(!)”ne doğru yürüdüm alışkanlıkla ama ondan önce; binaya değil bir kenara, kadim Afrika’nın kızıl toprağına kondurulmuş bir kulübeye yönlendirildik.
Bir uçak dolusu insan, gölgede 45 derece sıcak altında küçük bir oda büyüklüğündeki bu kulübenin içinde ve dışında iki üç sıra kuyruk olduk. Kulübenin diğer ucundaki kapıdaki iki kişi tarafından birer birer Covid-19 belgelerinin incelenmesini, ateşimizin ölçülmesini müteakip geliş “terminali(!)”ne girebildik.
Aşağı yukarı 200-250 m2 genişlikte döküntü bir bina düşünün. Bu alanda hem pasaport kontrolü, hem bagaj dağılımı, hem de bagaj kontrolü yapılıyor! Havalandırması falan yok.
Dolayısıyla içerisi hararet ve nem olarak Horhor hamamının cehennem odası gibi. Kalabalık ve gürültüyü bir fikir vermek için de şöyle örnekleyeyim: En dağdağalı saatlerinde Tahtakale!
“Afrika’da zaman yavaş akar!” denir. Ter paçanızdan akarken pasaport kontroldeki elemanların işlerini “slow motion” yapmalarına bakarken hiç akmıyormuş gibi geliyor!..
Oradan kurtulunca bu sefer o hercümerç içerisinde bavullarınızı bulabilmeye ve almaya odaklanıyorsunuz. Onu da başardığınızda en sıkıntılı an geliyor: Bagaj kontrolü!
Şöyle oluyor o da: O tıkış tıkış alanın bir kenarında iki tane uç uca eklenmiş dikdörtgen tahta masa var.
Arkasında da yüksek taburelere oturmuş memurlar. Kalabalıktan sıyrılmayı başarabildiğinizde kaldırıp koyuyorsunuz bavulunuzu. Sonra açıyorsunuz. Onlar da kafalarına göre alt-üst ediyorlar. Bilmedikleri, beğenmedikleri bir şey varsa, soruyorlar, siz de anlatıyorsunuz.
Nihayetinde tamam, kapa anlamında mimikler yapınca o dağılanları tekrar sıkıştırıp kapatmaya çalışıyorsunuz. O da tamamsa sayın memur elindeki tebeşirle bir çarpı atıyor bavulunuza, ki bu artık kurtuldunuz demek oluyor.
O andan itibaren taşıyıcılar tarafından elinizden adeta zorla alınmaya çalışılan bavullarınızı kaptırmadan sizi bekleyen Kızılhaç aracına ulaşabildiğinizde ıstırap şimdilik sona ermiş bulunuyor!
Görüntünüz ise aynen şehir hatları gemisinde iskele verilmeden atlamaya çalışırken denize düşen yolcu misal, doğallıkla!..
Juba delegasyonundan (ICRC, diplomatik statüde tek sivil toplum kuruluşu) gönderilen son mesaj; buradaki ICRC konukevlerinden birinde yedi gün tam karantinada olacağım, ona göre hazırlıklı gelmem şeklinde idi. Ne ki sürücü beni anlaşmalı otellerden birine götürdü. Bir küçük cep telefonunu da içeren brifing zarfını verip ayrılırken sorduğumda, kendisine verilen son talimatın bu şekilde olduğunu söyledi.
Yorgunluk ve sıcaktan pes düştüğüm için o gün kıpırdayamadım artık. Ertesi gün gittiğim merkez delegasyonda 2+1 aşının beni karantinadan muaf bıraktığını öğrendim.. ve hemen yarın da UNHAS (United Nations Humanitarian Air Service/ Birleşmiş Milletler İnsani Yardım Hava Servisi) ile çalışma yerim olan Akobo’ya uçacağımı...
Sabah sabah erkenden beni almaya gelen ciple havalimanına ulaştım. Kuyruktaki flamadan anlaşıldığı üzere bineceğimiz helikopterin mürettebatı ve mülkiyeti Letonya idi. Sınıflandırmasını bilmediğim eski Sovyet yapımı büyükçe bir helikopter ben dahil yedi yolcusunu aldıktan sonra havalandı.
Dört mevsim yerine altışar aylık yağışlı ve kurak iki mevsimin olduğu Güney Sudan’da kurak sezon teorik olarak Kasım’da başlıyor. Altı aydır yağan Afrika usulü yağmurlar nedeniyle yukarıdan baktığınızda her taraf yeşil görünüyor ama biliyorum ki yer bataklık ve çamur.
Akobo’ya yaklaştığımızda yukarıdan bakınca görünen artık bildiğim coğrafya ama fark Tukul ve teneke çatılı kulübe sayısındaki inanılmaz artış.
Sıkıştırılmış ottan çatı, ağaç dallarının ot ve çamur karışımı ile kapatılmasıyla oluşan dairesel yan duvar ve toprak zeminden mamul geleneksel kulübe Tukul.
TIKLAYIN- Afrika'nın En Dip Köşelerinden Akobo/ Ercan Türeci
Eskiden köy-kasaba karışımı olan Akobo adeta kasaba irisi bir şehir haline gelmiş ki sonradan öğrenecektim eski yıllarda iki kez çalıştığım yerleşimin nüfusunun iki-üç kat artarak artık 500 bine yaklaştığını.
Helikopter, çamur zeminli açıklığa indi. Ben alışkanlıkla ilerdeki ağaçların altında beni almaya gelmiş olması gereken Kızılhaç cipi ve iki elemanı aranıyorum. Ama görünürde cip yok. Yerel ekipten iki arkadaş yaklaştı. Cipi sorunca, botla gideceğimizi söylediler.
Bir yandan lafı yanlış duyduğumu düşünürken bir yandan da aldık bavulları elimize, yürümeye başladık. Bir süre sonra vardık Beyaz Nil’in alt kollarından Tibor nehrine.
Aslında yerleşimin bu ucunda nehir eskiden epey açıkta idi. Şimdi hem yağışlı sezon sonu debi artışı hem de aşındırma ile yatak değişmesi sonucu epey yakına gelmiş.
Kıyıda Kızılhaç bayrağının dalgalandığı botu görünce anladım bir yanlış anlaşılma olmadığını. Bindik bota. Indiana Jones, Mister No, Krokodil Dundee… aklımda film ve çizgi roman tiplemeleri; yol aldıkça nehir boyunca yıkanan insanlar, çamaşır yıkayan kadınlar ve yüzen çocukları izlemekteyim.
Bir dairenin çapının bir ucunda kampüs diğerinde havaalanı açıklığı olduğunu düşünürseniz; biz, birinden öbürüne doğrudan değil çember üzerinden giderek ulaşabilmiştik, yağmurlar ve getirdikleri yüzünden.
Akobo gibi ICRC kampüsü de genişlemiş, gelişmiş. Tukul ve sahra çadırları prefabrike ve briket kulübelerle değişmiş. Su ve duş-tuvalet alanları artmış ve daha hijyenik hale gelmiş.. ve en önemlisi; çift jeneratör sağlanması ile kesintisiz elektrik varlığıydı ki bu, bu koşulları tecrübe etmemiş birisine tarifi zor bir nimet.
Ekip de öyle. Öncekilerde Sınır Tanımayan Doktorlar’dan ben, cerrah ve ameliyathane hemşiresi olurduk salt. Ötesi yönetim ve lojistik ekiplerinden oluşurdu. Şimdiyse cerrahım Bhavna (Hindistan) ve ameliyathane hemşiresi Albert’in (Kenya) yanı sıra biri acile diğeri pediatriye bakan pratisyen hekimler Bladdy ve Berhane (Etiyopya), başhemşire David (İsveç), Pediyatri ve acil hemşiresi Gloria (İtalya), ebe Margeret (Uganda) ile birlikteyiz.
David’i Nijerya’daki, Berhane’yi de önceki G. Sudan çalışmalarımızdan biliyordum. Ofisten Amir (Lübnan) ve lojistikçi Vasım (Suriye) ise oluşturduğumuz Ortadoğu dayanışma grubunun diğer elemanları.
Yemek ve temizlik işleri için kampüsün hafta içi beş, hafta sonu dört kadın çalışanı var. Çoğu benim eski gelişlerimden bu yana burada olanlar. Dolayısıyla birbirimizi iyi tanıyoruz. O zamanlar bir şekilde herkesten daha çok kaynaşmıştık.
Hatta dört yıl önceki gelişimin sonunda, o zamanki ameliyathane hemşirem Abdulillah (Ürdün) onlara gideceğimi söylemiş. Son günümde akşamüstü bahçeye sandalyeleri dizmişler, beni en öne oturtmuşlar ve Nuer folkloru şarkı ve danslarla bana bir uğurlama partisi yapmışlardı.
Dünyanın bu uzak ve yoksul/yoksun köşesindeki kadınlar için en hediye olabilecek en değerli şey koku. Ben de gelirken on şişe parfümle gelmiştim o yüzden.
Ana kapıdan girdikten sonra beni gördüklerinde attıkları sevinç nidaları, parfümleri de dağıttıktan sonra iyice rutine bindi. Hangisi, nerde, ne zaman görürse sesleniyor, ‘Ericaan, ericannn!’.
Ve ne zaman mutfak ve çamaşır kulübelerine bir şey almak için gidersem de hemen bana mesajı iletiyorlar: Her ne istersem onlara anlatacaktım, onlar getirecekti. Ben yorulmayacaktım!..
Kampüs, hastane, Akobo; nüfusla birlikte hemen her şey olumlu-olumsuz çeşitli yönlerde gelişmiş, değişmiş. Kadınlı erkekli adeta fıskiye gibi mütemadiyen tükürmeleri misal, değişmeyip aynı kalanlar da var elbet.
Akobo nüfusu ezici çoğunlukla ülkenin ikinci büyük etnik grubu olan Nuer’lerden oluşuyor. Ülkenin en büyük etnik grubu Dinka’lar; ki karşılıklı anlaşmazlıkları yıllar süren iç savaşın nedeni, hem uzakta hem de ateşkes yürürlükte olduğu için onlarla vukuat yok.
Ama çevredeki diğer küçük kabile ve klan erkekleri ile Nuerler arasındaki çatışmalar ve vur-kaç olaylarının sonu asla gelmiyor. Ve ne yazık ki bu kültür ve silah yaygınlığı nedeniyle, gelecek gibi de görünmüyor.
Bir diğer değişmeyen olarak erkekler savaşmıyorlarsa eğer; avarelik, ortalıkta gezinmek, ot tüttürmek, daha çok da döküntü barakalardaki kahve-meyhane karışımı yerlerde nargile, Uganda birası veya shorgum’dan ilkel şekilde “damıtılıp” uyduruk şişelere konan alkolü içmekle meşguller.
Arta kalan zamanlarda da evleniyor ve çocuk yapıyorlar! Çok kadınla evlilik, çoğu etnik bölgede yerleşik bir olgu. Hatta Nuerlerde; çok eşli (2’den fazla) olan adam makbul ve saygın erkek, ikiye kadar eşi olanlar ise vasat saygınlıkta ve kaale az alınan erkek olarak görülüyor.
Bekar olanlar ise neredeyse adam yerine konmuyor vasati toplum kültürü bazında. Yaş bir faktör değil zira ergenlik ve evlilik yaşı çok düşük. Bırakın erkekleri, 21 yaşında ve o zamana dek dört kez evlenmiş kadın hastam oldu örneğin.
Peki, çok eşle birlikte yaşam nasıl oluyor? sorusunun cevabı şöyle: Ekonomik güce göre bahçede yakın nizam konuşlanmış değişen sayıda ev, artı bir. Erkek ve hangi eş olacak ise o “artı bir”de, diğerleri diğer evlerde, bir arada yaşamak şeklinde gidiyor!
Erkeklere sorarsanız ve/veya yerleşik gelenek ve kültür olduğunu düşünürseniz, kadınların bir sorunu yok gibi gözüküyor. Dışarıdan öyle gibi görünse de en azından biz öylesi olmadığını biliyoruz.
Zira yılan, akrep, örümcek sokması ile timsah ve diğer vahşi hayvan ısırması vakalarından çok daha fazla sayıda opere ve tedavi ettiğimiz bir vaka türü var: İnsan ısırığı! Ciddi doku kaybı veya infeksiyonla geliyorlar çünkü!
Dile getirilmekten kaçınılsa da; form bilgileri ve refakatçilerden anlaşılıyor, olayın “kumalar” arasında vuku bulduğu.
Eş "almada" “piyasa”, buranın en değerli malı olarak 30 sığır. Bu tavan! Eş adayının fiziki durumuna göre sayı düşebiliyor. Bir sığır da 300 dolar.
Bizim hastanede rekor 7 evli olan bir personel. Merak bu ya, sordum, araştırdım. Bölgede “rekor(!)” yerel Nuer ordu kumandanı olan generalde: 30 evli, 102 çocuklu!
Kadınların hallerinde değişiklik yok ve mutad berdevam ne yazık ki.
Tarlada ve bahçede, çarşıda ve pazarda, ev dışında ve içinde… görebildiğiniz ve/veya düşünebildiğiniz her alanda işçi arılar gibi sürekli faaliyet ve çalışma içerisindeler.
Bütün bunları yaparken bir yandan da malum arzulara cevap vermek ve neredeyse peş peşe doğurmak durumunda kalıyorlar.
İlki sınır Tanımayan Doktorlar (MSF), beşi ICRC; G. Sudan’a altıncı gelişim. Çoğumuz için kavraması ve anlaması, bir noktada kabulü de güç olan bu benzer hallere hala kendimce yanıtlar bulmaya çalışıyorum.
TIKLAYIN- Güney Sudan Kadınların Sırtında/ Ercan Türeci
Altını çizeyim; eleştiri değil saptama anlamında söylüyorum ki “zahiri”de görülen, kadınlar için bir soru(n) olmadığı?!..
Aktarmaya çalıştığım hallerin çoğunda hep o malum “sihirli(!)” sözcük devrede. Mesela, bizim kadın çalışanların kıdemlisine, üzerinde her biri 14 kişilik yemek içeren dört tencere ve birkaç kap daha olan devasa tepsiyi mutfaktan yeme-içme kulübesine başında taşımasını izledikten sonra; tepsi/su bidonu/çuval/odun…
Niye kadınların her şeyi elleri ve/veya başka şeylerin yardımı ile değil de kafalarının üstünde taşıdıklarını sordum. Cevabı tek kelime, o ”sihirli” kelime idi: Kültür!
Çok kadınlı evlilik misal olumsuz her neyi, ne kadar sorgulasam da; karşılık olarak o sözcükten başka bir şey çıkmadı, çıkmıyor!..
Bu noktada da Jose Mujica’nın dediklerini [2010-2015 arası Uruguay başkanı, Tupamaros gerillası] anımsıyorsunuz, ister istemez…
Yanılıyormuşuz. Kültürü değiştirmezsen hiçbir şey değişmiyor. Ve en zoru da kültürü değiştirmek…’( Çağ Sancısı, Ç Oskay, s.44)
Geçenlerde ilk bölüm ameliyatları bitirdik. Öğle sonrası için poliklinikten gelen vakaların ameliyatlarını planladıktan sonra Bhavna ile yemek molası alalım diye kampüse yollandık. Yolun üzeri yağmurlar ve çamurlar zamanı oluşmuş heybetli çukurlarla dolu.
Bir yandan da yine 40 derece üzeri sıcaklık; sonuçta gölgeden gölgeden, ağır ağır, ine çıka yürümeye çalışıyoruz. O ara biri yanımızdan tatlı bir hızla geçti.
20’li yaşlarında genç bir kız, kafasının üstünde iki-üç metrelik devasa bir ağaç kütük. Öyle bir yerleştirmiş ki, sadece sağ elinin birkaç parmağı ile dengede tutuyor ve müthiş bir ahenkle yürüyor.
Genç kızın silueti ile kütük, yürüyüşteki zarafet ve inanılmaz salınım ile kütük; bir tür oksimoron adeta. Kız o yolda parmaklarının ucunda yürür gibi yanımızdan geçip uzaklaşmaya başlamıştı ki Bhavna da arkasından koşturmaya başladı.
Bir yandan kızın fotoğrafını çekmeye çalışıyor, diğer yandan da, ‘Sanki kafasının üzerinde o şey yokmuş gibi yürüyor, Ercan!’ diye bana sesleniyordu.
Daha çok değişmeyen, aynı kalanlardan söz ettim şimdiye dek. Geleyim “ en büyük ve önemli(!)” değişene. Müjdeler olsun ki Akobo’da artık –dalgalı deniz misal çalışır olsa da- cep telefonu şebekesi ve cep telefonları var! Evet; elektrik, su, kanalizasyon şebekeleri yok..
Ülkenin hiçbir yerine doğrudan ulaşımları yok.. Doğru dürüst eğitim yok.. Yeterince gıdaya erişimleri yok.. İş yok, güç yok; aşırı yoksul ve yoksunlar…
Ama kapitalizmin gücünü takdir ediyorum(!), GSM bağlantısı ve cep telefonları var artık. Eskiden hastanede jeneratör çalışırken bütün prizlerde şarj edilebilir fenerler, lambalar olurdu. Artık hepsinde şarjdaki cep telefonları takılı oluyor.
Lüzumlu, lüzumsuz (ameliyathane içinde vakada iken, mesela) ha bir gayret de kullanmaya çalışıyorlar.
Cep telefonu kadar simgesel olan ve buraya kadar ulaşabilen bir diğer şey de giyim-kuşam tarzı, moda! Tabii ki ekonomik seviye ile daha doğrusu seviyenin çukurda oluşu ile nitelik farklı ama tarz aynı.
Daracık, yırtık-pırtık ve düşük! Her neresi olursa olsun yanınızda yörenizdeki gençlerin iç çamaşırları hakkında ister istemez fikir sahibi olabiliyorsunuz..
Önceki gelişlerde, serbest olabildiğim akşamüstleri kampüsten çıkıp sağa hastane doğrultusuna değil sola aşağı döner, daha sessiz ve sakin olan o yandan uzunca bir yürüyüş ve tek tük tukulların arasından geçtikten sonra kampüse 45 dakika mesafedeki Tibor kıyısına yönelik yürüyüşler yapardım.
Şimdi çatışmalar ve güvenlik nedeniyle izin verilmiyor. Geçen Pazar alan yöneticisi Sven (Nijerya) iki kişi gidebileceğimizi söyleyince Bhavna’yı da aldım, yürüdük.
Tabii yolu zor buldum, zira ortalık “bir zamanlar dutluk olan Mecidiyeköy” ve şimdiki hali gibi değişmiş. Boşluk kalmamacasına tukul dolu ortalık.
Bir önemli fark da şu: Eskiden tukul çevresi serbest veya derme çatma bir fraktı/çit ile çevrili bir alan olurdu. ‘Male, male mugua!’ diye selamlaşa selamlaşa giderdin.
Şimdiyse bütün tukulların dört bir yanı nevzuhur mülkiyet fikriyatının göstergesi olarak çevrili ve de çeşitli uluslararası yardım kuruluşu damgalı plastik brandalar ile kaplı.
Neyse, geometrik düşünce ve içgüdü ile ulaşabildim yine de nehir kıyısına. Dönüşte artık akşam olmak üzereydi.
Güneş; Hollywood filmleri Afrikası gibi ağaçlar, tukullar ve çitlerin üzerinden batmakta. Her yer turuncu-kızıla kesmiş. Bir fotoğraf çekeyim dedim, giderek kaybolan kadim Afrika anısı olsun diye.
Tam çekicem baktım genç bir delikanlı geliyor. Giyim kuşam aynen tahmin ettiğiniz gibi. İşaret diliyle rica ettim, kadraja soktum; “eski ve yeni” afrika kolajı olsun hesabı! Elimle çekeceğimi işaret ederken bizim Afrikalı genç arkadaş hareketlendi ve pozunu verdi: Cep telefonunu kulağına götürüp konuşuyormuş gibi yaparak!
Hastanede sözünü etmek istediğim birisi daha var: Psikolog Isaac. Güleryüzlü ve alçakgönüllü bir genç Isaac. Odasının kapısında el yazısıyla, “Mental sağlığın olmadığı sağlık, sağlık değildir” yazılı A4 kağıt asılı.
Ama benim asıl takıldığım başka. Ortalama sıcaklığın gölgede 40 derece üzerinde seyrettiği ve bizim üzerimizde sadece ameliyathane forması veya “son teknoloji” ince-hafif giysilerle neredeyse çıplak dolaşmak istediğimiz ortamda, onun giyim tarzı beni tebessüm ettiren.
Isaac her gün pırıl pırıl siyah ayakkabılar ve çorap, ütülü kumaş pantolon ve gömlek giyip, kravat takmış geliyor. Gömlek hep uzun kollu, kol düğmeleri ve sımsıkı kapalı yaka düğmesi iliklenmiş. Onların üzerine de beyaz önlük ve hiç çıkarmadığı maske.
Bhavna’nın da dikkatini çektiği üzere kimi günler gömleğin üzerinde ceket de oluyor! Ve hiç bir zaman yüzünde tek ter damlası göremedim! Ne bileyim, belki de “normal” olmayan bizizdir?!..
Burda Covid -19 var mı? Hayır yok. Uçak, helikopter, bot derken anca gelebildiğim bir yerde Covid nasıl olsun?!.. Gelinemiyor, gidilemiyor ki o gelebilsin. Öte yandan hastane kapısından el yıkamadan ve ateş ölçtürmeden geçemiyorsun. Teorik olarak maske kullanımı da zorunlu ama bunların hepsi aslında insanlarda farkındalık yaratabilmek için. Yoksa şu ana kadar bölgemizde saptanmış tek bir vaka bile yok.
Ne yiyor ne içiyoruz? Juba’dan ne gelirse ve kadın çalışanlarımız onlardan neyi, nasıl yapabilirse onu! Şöyle diyeyim, artık kemerin son deliği pantolonları belimde tutmaya yetmez hale gelince önce sahra kitindeki matı bağlamada kullanılan iki cırt cırtı birbirine ekleyip, kemer niyetine kullandım! Sonra cerrahi makas yardımıyla iki delik eklediğim kemere tekrar döndüm: Yeni en son delikteyim!
Güvenlik nasıl sağlanıyor? Pasif güvenlik. Allah koruyor! Boynumda gümüş zincire asılı cevşen (FFKÇ), can güvenliğim ona emanet.
Yoksul ve yoksun bir Afrika köşesi; sıcak, sivrisinek, böcekler… nasıl baş ediyorsun?.. El cevap, edemiyorsun! Dolayısı ile de umurunda olmuyor!
Ameliyathane dışına her çıkışında sırıl sıklam oluyorsun. Terliyorsun, terliyorsun, sonra tekrar… Ama hiç oralı olmuyorsun. Artık havasından, suyundan mıdır yoksa kıvamı pelteye çeviren sıcaktan mı ya da hepsi birden mi, bilemiyorum.
Ama bildiğim, gerçek Afrika ile ilk temas sonrası tuhaf bir kayıtsızlık geliştiği. Aldırmıyorsun sıcağa, terlemeye ve reçel kavanozundan çıkmışçasına yapış yapış olmaya!..
Sivrisinek sokması halen de en fazla bunaldığım zira yanma ve kaşıntı günlerce devam ediyor. Ama böcek işi öyle değil mesela.
Nihayetinde Afrika burası. Enva-i çeşit canlı gibi her cins böceklerin de diyarı. Yalnızca karıncalara baksan, renk ve boyutları itibariyle XS’den XL’a 5 farklı tip karınca dolaşıyor odamda.
Çekirge türlerini saymaktan vaz geçtim artık. Bahçenin bir yanında iki metrelik iguanalar dolanıyor, öbür köşede ne olduklarını bilemediğimiz sincap-sansar karışımı beş üyeli bir aile…
Her tür mahlukat; her an her yerde ve de vücudunun her yerinde boy gösterebildikleri için; benden büyük olmadıkları ve ısırmadıkları sürece derdim olmuyorlar.
Geçen sabah kahvaltı niyetine dolaptaki kutu sütten doldurmuş içiyordum. Bir ara tekrar bardağı ağzıma götürürken yüzeyde çırpınan “bir şey” gördüm; gayet insiyaki, baş ve işaret parmaklarımla tutup dışarı attıktan sonra yudumlamaya devam ettim. İşte böylesi…
Aşı olunuz, tamamlayıcı ve hatırlatıcı dozları ihmal etmeyiniz. Mutlak zorunlu olmadığı sürece kapalı ve kalabalık alanlara girmeyiniz. Maskenizi ağız ve burnu tam kapatacak şekilde takınız ve el temizliği ile sosyal mesafe uygulamasına dikkat ediniz.
Selam ve muhabbetle…
(ET/APK/EMK)
Fotoğraflar: Ercan Türeci