Mia Hansen-Løve’ın yönetmenliğini üstlendiği ve annesinin hayat hikâyesinden esinlenerek ortaya koyduğu L’avenir, bir felsefe öğretmeninin hayatından kesit sunuyor. Filmin odağındaki karakter Nathalie, Isabelle Huppert’in hayranlık uyandırıcı performansıyla ete kemiğe bürünüyor.
Ellili yaşlarında bir kadının, yirmi beş yıllık evliliğini bitirmesi, annesini kaybetmesi, kendi hayatlarını kuran çocuklarıyla yollarını ayırması, yayıneviyle ilişkisini sonlandırması, tüm bunlar kısa bir zaman diliminde olup bitiyor.
Hayat hepimiz için sürprizlerle dolu. Nathalie için ise uzun yıllar düzenli devam ettikten sonra sürprizlerin hepsi art arda üstelik ileri denebilecek bir yaşta geliyor. Yaşadıklarının biri bile normal bir insanı sarsmaya yeter. Nathalie’nin her an düşeceğini zannediyorsunuz, ama hayır ama o hep dimdik ayakta. Üstelik hayatındaki değişimleri olabildiğince rahat dengeliyor. İlginç bir karakter Nathalie. Yirmi beş yıllık evliliğini bitirirken, annesini kaybederken üzülmemesi mümkün değil. Ancak bu üzüntüyü asaletle ve sadelikle taşıyor. Ölen annesinin kedisi Pandora’ya sarılıp ağlamasının ardından, nasıl Pandora doğanın içinde kendine yeni bir hayat kurmayı becerebiliyor, uzun yıllar sonra fare avlayabiliyorsa, Nathalie de ileri yaşına rağmen kendine yepyeni bir hayat kurabiliyor.
Değişim, filmin önemli temalarından biri. “Anarşist olmak için fazla yaşlıyım,” diyor bir yerde. “Ben bunları yıllar önce denedim.” Gençliğinde bir dönem komünist olduğunu, üç yıl gibi kısa bir sürede neyin ne olduğunu anlayıp kendine farklı bir yol çizdiğini söylüyor. Belki de bu yaşına kadar pek çok yol denedi ve geri döndü. Kocası ise gençlik yıllarında bile neyin ne olduğunu daha iyi anlayabilmiş olmakla övünüyor. Adam yıllardır değişmemiş. Kant’ın “Yıldızlı gökyüzü üzerimde, ahlak yasası içimde,” deyişini yıllardır kendine motto edinmiş.
Rousseau’dan, Adorno’ya Zizek’e birçok önemli düşünürün kitaplarına ve yer yer kısaca düşüncelerine referanslarıyla felsefeyle iç içe geçen film izleyicisine, sunduğu hikâyenin yanı sıra zengin bir içerik de vadediyor. Laurence Hansen-Løve’ın yazdığı A’dan Z’ye Felsefe adlı kitap da Nathalie karakterinin yazdığı bir kitap olarak konumlandırılıyor. Bir taraftan da artık felsefe kitaplarının satmadığı bir dünyada yaşadığımız gerçeğiyle de yüzleştiriyor. Jelibon reklamına benzer kapak çalışmaları bile kurtaramıyor, pazarda artık yeterince beğeni görmeyen bu kitapları. Nathalie, bu durumu da hayatında değişen tüm diğer şeyler gibi oldukça rahat karşılıyor.
Eşi evden ayrılıp, çocukları kendinden uzaklaşırken Nathalie’nin hayatına eski öğrencisi giriyor. Dağlarda komün hayatı yaşamayı seçen eski öğrencisi Fabian, bir ölçüde Nathalie’nin gençlik ideallerini, geride bıraktıklarını temsil ediyor. Fabian, Nathalie’nin yönlendirdiğinden farklı bir yol çizmiş gibi. Yine de hoca ile eski öğrencisi arasında sağlam bir zihinsel bağ var. Daha öteye de gitmiyor bu ilişki. Ve film bir daha klişeye düşmekten kurtarmış oluyor kendini. Nathhalie’nin Fabian ve arkadaşlarının yapmaya çalıştıklarına bakışı da ilginç. İçlerine girmiyor ama üstten de bakmıyor. Ben bunları yaşadım gördüm diyor, ama gençlerin çabalarını da küçümsemiyor.
Nathalie özgür bir kadın. Bağlı olduğu insanlardan birer birer kopuşu kolaylıkla kabulleniyor. Üzüntüsünü sadelikle yaşıyor. Sevdiklerinden ayrılırken onlara ve geçmişe tutunmaya çalışmıyor, gidişlerini zarifçe kabulleniyor. Eski eşinin yazlık evi, bahçesine ektiği çiçekler bile çok değerli onun için. Yine de adamın kibar davetine rağmen bir daha gelmeyecek oralara.
Nathalie tüm yaşadıklarından, bütün okuduğu kitaplardan, kendisine bir etik belirlemiş ve o etiği içselleştirip kendi yaşam tarzına dönüştürmüş. Felsefenin en temel sorularından “Nasıl yaşamalıyım?” sorusuna kendince bir cevap bulmuş ve o cevap hayatı olmuş. Belki oturup düşünüp hesaplanan sonra da hayata geçirilen bir şey değil, felsefe kitapları arasından kendiliğinde çıkıp Nahtalie ile bütünleşen bir anlayış.
Nathalie’nin doğayla ilişkisi de önemli. Parklarda ders veriyor, çimlerde yatıp kitap okuyor. Eşinden ayrılırken ona en çok dokunan konulardan biri de eski eşinin ailesinin yazlık evine artık gidemeyecek olması. Bu fırsat devre-dışı kaldığında, eski öğrencisinin dağlarda komün hayatı deneyimlediği evine seyahat ediyor. Hayatta hiçbir şeye tırnak geçirmek derdinde değil. Onları kendiyle oldukları sürece seviyor, zamanı geldiğinde bırakıyor gitsinler. Eski eşi ve çocuklar için de geçerli bu durum, anne yadigarı kedi için de, eski eşinin yazlığındaki çiçekler için de. İnsanlara da bağlanmıyor, hayvanlara da, bitkilere de. Hayatta en çok bağlandığı belki kitaplarıdır ki o konuda bile rahat. Eski eşi üzerine notları bulunan kitabı alıp gittiğinde gidip aynı kitabın yenisini almayı biliyor.
Mia Hansen-Love, L’avenir’de kendi hayat felsefesini ete kemiğe büründürüp yaşamına dönüştürmüş özgürleşme yolunda bir karakteri incelikle ve hiçbir klişeye düşmeden tanıtmış. Gerçekten görülmeye değer sade bir film olmuş L’avenir. (ND/HK)
Künye:
L'avenir (Things To Come)