Kuşaklar arası aktarım nedir diye düşündüğümde gözümde canlanan imaj bizimle beraber an be an dolaşan, yanımızı bir an bırakmayan görünmez varlıklar oluyor. Nesilleri aşan, çok yıllar öncesine ait ama bugün yanımızda tazecik taşıdıklarımız… Anne rahmine düştüğümüzden bu yana ve bundan sonraki yol arkadaşlarımız. Büyük annelerimiz, büyük babalarımız, annemiz, babamız, amcamız, teyzemiz kendi deneyimlerini sessizce anlatıyorlar bizlere: Kendi başlarına ne geldiğini, neler görüp neler hissettiklerini, neye inandıklarını; sevdiklerini ve sevmediklerini, korkularını ve heyecanlarını da; tehditlere karşı kendilerini nasıl koruduklarını; ve en temelde, nasıl hayatta kaldıklarını (ya da kalamadıklarını).
Geçmişin deneyiminin bilgisi bizlere ulaşır. Henüz daha anne karnına düştüğümüzde edinmeye başlarız bu bilgilerin bazılarını, bazılarını da bilhassa kendimiz deneyimleyerek. İçine doğduğumuz evin duvarlarında asılı olanlar, konuşulanlar ve konuşulmayanlar, kokular, yenenler, içilenler ve içilmeyenlerle aktarılır deneyimler. Oyun oynadığımız mahallenin sokaklarında, bizim için seçilen okulun bahçesinde ya da okula gidemeyip çalışmamız gerektiğinde pekişir. Zaman geçtikçe kendini besleyen bir döngü halini alması muhtemeldir. Döngü beslendikçe aktarılanlar kişiyi daha çok belirler ve kişi belirlendikçe deneyim kendini doğrulayacak şekilde yeniden doğurur.
Bir örnek üzerinden gidersek, bazı çocuk, anne rahmindeyken dışarıya kulak verdiğinde paniğin, tatlı bir telaşın hüküm sürdüğü evinin seslerini duyar. Duvarlarına kaygı sinmiş evinde, emeklerken sık duydukları arasına ‘aman düşmesin’ girer. Yürümeye çalışırken eli çoğu zaman ona bakım verenin elinde olacaktır. Yakın mesafede onu izleyen kaygılı gözler, o okula başladığında da her şeyin yolunda gitmesi için çokça çabalayacaktır, ergenliğe merhabada da. Bu haliyle çocuğun kaygı hattı bolca uyarılacak, bakım verenin duygusu, düşünceleri onun için daha tanıdık ve doğru olan olacaktır. Aile için ‘dünya tehlikeli bir yer’ ise çocuk için de öyle olacak, aileyle birlikte çocuk da tehlikeye inanacaktır.
Keza dünya tehlikeli bir yerdir. Buradaki zorluk dünyanın tehlikeli oluşunun söz konusu ailede fazlasıyla alan kaplamasıdır. Aile, dünyanın diğer taraflarından alarak tehlikeye daha büyük bir pay verir. Dünyanın bir keşif alanı oluşundan alır örneğin, dünyanın iyileşmeye olanak sağlayan kaynaklara da sahip oluşundan ya da. İnançların, duyguların, deneyimlerin birkaçının böylesi baskın geldiği ortam kişinin öteki türlüsüne erişimini engelleyecektir. Öfke baskın geldiğinde huzuru hissetmek zorlaşacak, korku bize durmaksızın kendimizi korumamızı hatırlatacaktır, en güvende olduğumuz yerde bile. İşte bu yüzden dünyanın tehlikeli bir yer olduğunu hatırımızda tutarken, kişiyi diğer deneyimlerden feragat etmek zorunda bırakan şey baskın bilginin kendini olur olmaz yerde göstermesidir. Olası bir diğer zorluk ise, sistemin baskın hattını kabul etmemek uğruna öteki uca savrulmaktır. Yani kişi bir şeylerin yolunda gitmediğini fark etse de, o hattı dönüştürmek yerine aynı dinamiğin diğer ucuna savrulmak tehlikesiyle karşı karşıya kalır. Kendi deneyiminde ilgisiz bir aileyle sınanmış yetişkinin kendi çocuğunun bunu yaşamaması için ‘fazlasıyla’ ilgili ve koruyucu olması; ebeveyninin yıkıcı öfkesinden ve tartışmalarından mustarip yetişkinin ise kendi ilişkisinde asla tartışmayacak bir eş olmak uğruna hayal kırıklıklarını ve kızgınlığını hep bastırmak zorunda hissetmesi, aksinin yıkım anlamına geleceğine inanması gibi.
Bu aktarım hadisesinin neyi amaçladığı sorusuna yaşamın temel amacına çok uygun şekilde hayatta kalmak derim ben. Deneyimlerin bizlere henüz yaşamın ilk anından itibaren kılavuz olması. Eskinin bilgisinin bizi kollamak için hizmetimize sunulması. Kılavuzun içindeki bilgilerin ne kadar işlevsel olduğu ise işte o temel amacı belirleyen oluyor; yani hayatta kalınıp kalınamayacağını ve bir o kadar önemlisi o hayatın ‘nasıl’ yaşanacağını.
Aktarım başlı başına belirleyici değil neyse ki bizlerin hikayesinin gidişatında. Yaşam bütünlüğünün hizmetindeki en önemli mekanizmalardan biri, yani değişim, bu mekanizma çalışırken de devrede oluyor. Aktarımlar da değişiyor. Ve değişenler aktarılıyor. Savaşın yarattığı yıkımı ve zorunlu göçü deneyimlemiş bir kuşak örneğin güvensizlik ve korku deneyimleriyle dolup bunu kendinden sonraki nesillere bir uyarı mesajı olarak yollarken (Evet, bir nesil durduk yere dünyanın tehlikeli bir yer olduğuna inanmaya başlamaz), o uyarıyla donanımlı neslin üyeleri kendi yaşamlarında sağlıklı bir kırılma yaratarak güveni yeniden bulabilir. Kendi içerisinde güven ve tehlikenin dengesine yeniden varabilir. Güven veren bir aşk ilişkisi, arkadaşlık, yazmak, resim, müzik veya terapi bu dengeye varmak için karşılaşılan yollardan bazılarıdır. Ve kişi bunu yaparken, her ne şekilde yaparsa yapsın üstelik, kendi karanlık mağaralarının içinden geçerek iyileşecek, daha da zenginleşip güçlenecektir. Edindiğini, yaşamın gerekliliği dolayısıyla kendinden sonrakilere aktarmak üzere.
Aklıma çok sevdiğim bir çizgi film, Avatar geliyor. Dört elementi bükme becerisi sebebiyle yaşadığı evrenin iyi ve bütün olduğundan sorumlu olan 10 yaşındaki Aang, çizgi film boyunca evrenini tekrar iyi etmek için çabalarken, bizler onun olgunlaşmasına eşlik ederiz. Ve Aang bu süreçte başı her sıkıştığında gittikçe ustalaşarak kendi içine, merkezine döner, kendinden önce yaşamış Avatarlarla irtibata geçerdi. Her birinin Aang’e aktardıkları vardı. Tarif ettikleri yerler, tanıklık ettikleri olaylar, nasıl hayatta kalacağına, doğruya ve iyiye nasıl ulaşacağına dair bilgiler. Ve kendi hataları, bu hataların onlara öğrettikleri.
Dileğim, her birimizin kendi hikayemizde Aang kadar şanslı olması ve aynı zamanda şans için çabalaması. Beraberimizde olan nesillerin bilgisine, kaynaklarına -olabildiğince- ulaşmak için. Onların idrakinde olarak, ama insafına kalmayarak yaşamak için. (TAE/HK)