*Bu yazı için kullandığımız görselleri Eternal Sunshine of the Spotless Mind filminden seçtik.
Bu yazı duyguları romantik hisler olarak okuyan bizlere duyguların aynı zamanda birer aygıt oluşunu hatırlatmak için. Romantizmden tamamen kopma hatasına yeniden düşmemeyi umarak.
Duygu kavramının her birimizin zihninde yer edinmiş ayrı temsilleri var, her bir duygu için çok ayrı ve bir arada. Ve ona atfedişlerimiz.
Öfkeli olmak en basitinden, tartışabilir olmak. Kimimiz için yıkıcıdır, korkutucudur ya da ayıp. Kimimiz içinse olması gereken. Kendini korumak için, ya da sevdiklerini, işini yapması için elzemdir. Başka biri içinse sevimsiz ama gerekli olandır. Sınırları ve oyunun kurallarını, ilişkileri yeniden düzenlemek için gereklidir.
Farklı duygulara farklı anlamlar ve duygular -aşk aptallıktır ve aşktan iğrenme- atfetmekle kalmıyoruz üstelik, aynı duygu için birbirine kontra atıflarımızı iç içe geçiriyoruz.
İçeride bir nevi kavga çıkıyor
Aşk hem aptallık oluyor bizim için ve hem içten içe özlenen (fazla mı pembe dizi?). Yani kendi içimizde de muhalefete düşüyoruz dışarıda düştüğümüz muhalefetler yetmezmiş gibi.
Bir yanımız istiyor, diğer yanımız isteyişimizi ayıplıyor. İçeride bir nevi kavga çıkıyor.
Bu yazı süresince duygulara dair atfedişlere ve hissedişlere 'romantik bakış' diyelim ve yanına yazının odağı olan 'realist bakışı' ekleyelim.
Bunu yapışımın sebebi ise içine düştüğümüz tehlikeli illüzyonu bir tarafından kırmak niyeti. Belki içine doğduğumuz sistem sebebiyle, ya da kendi bedenimize, doğamıza, insan doğasının da içine gömülü olduğu doğanın, kainatın kendisine uzak kalışımızla (ve muhtemel ki başka birçok diğer sebeple) duygularımızın realitede nereye denk geldiğini unuttuk (ya da fark edemez olduk).
Duyguların aslında ayıp/yıkıcı/saklanması gereken... olduğu kadar birer sinyal olduğunu. Birer lens. Bizim dünyayı anlamak ve hayatta kalmak için durmaksızın çalışan yaşam bütünlüğümüzün kurduğu bir geri bildirim döngüsü, bir yorumlama bilgisi olduğunu. Ve entelektüel bilgiyle yaşam bilgisine köprü olma becerisi.
Evet, bu yazının hedefi -umarım ki hedefine sağ salim ulaşabilsin- bu.
Kendimize zarar vermek pahasına...
Duygu, bana öyle geliyor ki günün sonunda kendimize zarar vermek pahasına romantik tarafına fazla odaklandığımız bir halde.
Duyguları sevelim ya da sevmeyelim, daha ziyade onların romantik/his oluşuna odaklanıyoruz. Realist taraf/aygıt oluş içinse zaten duygunun sevilmesi ya da sevilmemesi hali başlı başına kafa karıştırıcı. Bu kısmını kıymetli Gabor Mate'nin 'Vücudunuz Hayır Diyorsa' kitabında anlattıklarına bakmamız işimizi hayli kolaylaştıracaktır.
"Beynin en eski bölümü -ve yaşam için en esaslı bölümü- 'sürüngen beyni'nin en ilkel sağkalım dürtülerinin doğduğu ve -başkalarının yanı sıra -açlık, susuzluk, kardiyovasküler ve solunum dürtüleri ve vücut sıcaklığı gibi temel özerk fonksiyonların denetlendiği beyin sapıdır. İnsan beyninin en yeni bölümü ise beynin ön kısmındaki neokortekstir... Büyük oranda sinir hücrelerinin gövdelerinden yahut nöronlardan meydana gelen korteks, insan beyninin en çok evrimleşmiş faaliyetlerini yürütür. Bu alın korteksi dünyaya karşı ilkel güdüler şeklinde verdiğimiz tepkileri değil de, neyin dostça, nötr ya da düşmanca olduğunu ve neyin sosyal olarak faydalı olup neyin olmadığı hakkında öğrenilmiş bilgiler anlamındaki tepkimizi ayarlar."
Beyin sapı ve alın korteksimiz -ya da ilkel ve evrimleşmiş son model beynimizin- işbirliğini anlatır ve devam eder.
"Korteksin düzenleyici işlemleri ile beyin sapının temel sağkalım fonksiyonları arasında ise limbik duygusal aygıt aracılık eder. Limbik sistem, korteks ile beyin sapı arasında yer alan yapıları içerir, fakat aynı zamanda korteksin bazı bölümlerini de kapsar. Limbik sistem sağkalım için elzem niteliktedir. O olmadan korteksin düzenleme ve düşünme kapasiteleri aptal bir dâhinin beyni gibi işler: Entelektüel bilgi, dünyanın gerçek bilgisinden kopar."
"Duygular, dünyayı bizim için yorumlar"
Limbik sistemimiz, yani duygusal aygıtımız -ki aygıt kelimesi duygulara realist bakışın pratiğinde kullanmak için ne güzel bir kelime- önemlidir. Dahi olanla yaşamsal olanı birleştirmek için. İkisinin de bütüncül anlamını kazanması için gereklidir.
"Duygular, dünyayı bizim için yorumlar. Dış girdilerden etkilenen ruhsal durumlarımız hakkında bize bilgi veren bir sinyal fonksiyonları vardır. Duygular, geçmiş deneyimlerin hatırasından süzülen mevcut uyaranlara verilen yanıtlardır ve geçmişe ilişkin algımıza dayalı olarak geleceği öngörürler."
Duyguların sinyal fonksiyonları vardır. Bilgilendirme mailleridirler bir nevi. En sevdiğim kısmı ise 'duygunun kuşak aşkın ve belirleyici oluşu'. Geçmişte yaşadıklarımız vardır. Ve bizden önce yaşayanların bize hatırı sayılır derecede bıraktıkları (Onların bıraktıkları sandığa bir etiket konması gerekse ben 'hayalet belirleyiciler' adını yazardım).
Bizden önce yaşayanların bıraktıkları vs. bizim 9 ay anne rahmi dahil yaşadıklarımızın kazananını belirlemek kolay olmayacaktır ancak bu konu kıymetli yazımızın içine eklemlenebilecek kısalıkta değil.
Biz iyisi mi tüm bunların toplamına oran-orantı derdinden sıyrılarak 'yaşantılar' diyelim. Bizden önceki kuşakların yaşadıkları bugün başımıza geleni nasıl deneyimleyeceğimizi, yarından neler beklediğimizi, onu nasıl algıladığımızı belirler.
Deneyim kuşakları aşar ve bizleri belirler
Bizlere anneannelerimizden, büyükbabalarımızdan, ebeveynimizden kalan yalnızca yüzükler, elbiseler, evler ya da mobilyalar değildir. İnançlar, hikayeler, isimler, ritüeller, hassasiyetler, evde baskın gelen duygular, zorluklarla baş etme yolları ve travmalar da aktarılır.
Deneyim kuşakları aşar ve bizleri, davranışlarımızı, tercihlerimizi, nasıl düşündüğümüzü, hissettiğimizi belirler. Çoğu zaman daha derinden ve sessizce.
Biz öfkeyi sevelim ya da sevmeyelim, üzüntüyü ayıplayalım ya da kutsayalım. O oradadır, vardır.
İç ya da dış sistemde oluşan bir uyarım sonucu var olan bir sinyaldir. Yaşamı devam ettirmek için deneyimin bir anlam kazanması gerekmektedir ve duygu bunu yaparak sistemin yeniden düzenlenmesine, şekil almasına, seçim yapmasına yardımcı olacaktır. Kişinin yaşam alanı işgal ediliyorsa örneğin, öfke devreye girecek ve sınırların korunması için gerekli tepkilerin verilmesini sağlayacaktır.
Karşınızda sizi tehdit eden bir canlı beliriyorsa korku devreye girecek, en temel haliyle savaş-kaç ya da don kararı verilecektir. Aynı kişiye iyi gelme potansiyeline sahip şeyler içinse –doğa, çekici bir partner, oyun vb.- heyecan, mutluluk, tutku gibi duygular belirecek, onu yaşamsal ve besleyici olana yönlendirecektir.
Öyleyse nedir tüm bu ve diğer duyguları sevilebilir ya da sevilemez kılan? Sevgiyi de duygusal aygıtın bir çıktısı olarak görüp bu soruya yanıt bulmaya çalışabiliriz. Sevgi bize iyi geleceği, besleyeceği, yaşam bütünlüğümüzü tehdit etmeyeceği öngörülen şeyler için salınır.
Sevilmeyen ise tam tersi, imtina etmemiz, uzak durmamız, kaçmamız gerekene yöneliktir. Sinyalin kendisi yaşam bütünlüğünü sürdürmek için oluşturulmuşken, yine kendisinin tehdit haline gelmesi.
Bu karışıklığın neden oluştuğuna, en azından bir boyutuna, yine geçmiş yaşantılar meselesi açıklama getirebilir. Evet yaşam alanımız ihlal ediliyorsa öfkeyi devreye sokup kendimizi korumalıyız.
Ancak eğer alanını korumanın ayıplandığı ve dışarının ihtiyacının kendilik ihtiyaçlarının önüne konduğu bir sisteme doğduysak, bunu yapmak pek de kolay olmayacaktır.
Öfke aracılığıyla yaşam alanını, kendilik ihtiyacını koruyacak yanıtı vermek sistem tarafından dışlanmaya, ayıplanmaya ve en temel korkularımızdan olan sevilmemeye mal olabilir.
Korkunun 'sosyal' ve 'biyolojik bileşenleri'
Bu durumda öfke artık işlevine hizmet etmiyordur ve yaşamsal olanı sürdürmek isterken farklı tehditler oluşturmuştur. Yaşantılar bu sistemde bu yönde tekrarlandıkça ve pekiştikçe karmaşa muhtemel ki büyüyecek, öfke bastırılması gereken, yıkıcı olan, ayıp bir şey haline gelecektir.
Eğer sıklıkla 'korku zayıflıktır'a dair öğrenmeler varsa örneğin birikmiş tortularda korku duygusu sevilmeyecek ve bir utanç kaynağı olacaktık kişi için. Korkunun 'sosyal bileşeni' diyelim 'biyolojik bileşeni'ne ağır gelecektir.
Sosyal bileşenin kendisinin biyolojik ve koruyucu oluşu düşünüldüğünde bu durumu nereye konumlandıracağımızı da ayrıca düşünmemiz gerekecek. Yaşamsal bütünlüğü sürdürmek için var olan duygulara yönelen duygular. İşlevsel olanın toksik hale gelişinin kısır döngüsü. Bir kaleydoskopta kendinden doğan figürlerin dansı gibi.
Bu yazıya başlangıç noktam duygulara dair realist bir hatırlama sağlamak, duyguların hissettiğimiz şeyler oluşuyla beraber biyolojik bir aygıtın çıktıları olduğunu, aynı anda –ikisi de- oluşunu vurgulamaktı.
Hisler kısmına daha aşina olduğumuzu varsayarak, durduğum yer duyguların aygıt oluşları, sinyal oluşları, gerçekten var oluşlarıyla ilgili. Ve yazının başına yeniden bir uğrayıp toparlayacak olursam, aygıt oluşun basitliği ve doğallığının -bizim insan ve canlı doğamızda olduğu gibi- gözden sıklıkla kaçmasıyla ilgili.
Korkunun hayati ve gerekli olduğunu, kıskançlığın var olduğunu ve bunun en azından kendine ifadesinin ayıplanmaması gerektiğini, üzüntünün bazen sevdiklerimizin ilgisini ve desteğini edinebilmek için bir yol olarak belirdiğini örneğin.
Bu hatırlama aracılığıyla sosyal öğrenmelerin, içselleştirilmiş atıfların, geçmiş yaşamın belirleyici tortularının değişip güncellenmesine kapı aralanacaktır.
Algımızı da değiştirecektir. Ve geleceği!
Realite zeminini kaybetmeyecek, duygu içeride anlamını kaybetmiş halde dolaşmayacak, aslında biyolojik-sosyal-psikolojik olan şey bizlerin birer karakter kusuru haline gelmekten kurtulacaktır.
Eğer duygunun kuşak aşkın ve belirleyici doğasına vurgu yaptıysak bu değişim belirleyiciliğini kuşak aşkın düzlemde gösterecektir.
Bugün kendine bu hatırlatmayı yapan kişinin bugününde meydana gelen değişim geçmişini hangi tonlarda hatırladığını, onu nasıl algıladığını da değiştirecektir. Ve geleceği! (Burada coşkuya kapılmadan yazmaya çalışıyorum açıkçası, ancak epey heyecan verici)
Duygularımızın biyolojisini, onların hakikiliğini ve haklılığını hatırlamak geleceğe dair beklentilerimizi, ona neler atfedeceğimizi ve hatta abartılı gelmeyecekse duyguları ele alış şeklimizle bizden sonraki nesillerin duygularla nasıl ilişkileneceğini belirleyecektir.
Duygunun bütüncül doğasını hatırladığımız her an, duyguların romantik oluşuna atfettiklerimizin gücünü duyguların aygıt niteliğindeki doğallığıyla dengeleyecektir. Kuşak aşkın öğrenmenin bu kısmı bize unutturan talihsiz sapmasının yönünü, duyguların 'normal olduğu, işlevsel olduğu, ve hatta var olduğu' yönünde değiştirecektir. (TAE/PT)