Şehri, şehirleri saran gaz bulutlarından, şarkılardan, yaratıcılıktan, direnişten uzakta, Pennsylvania’dan Fethullah Hocaefendi bir kaç gün önce “bizlere” seslendi. Bizlere bir avuç diyerek bu işi hafife almanın yanlış olduğunu, bize acımak, şefkat göstermek gerektiğini söyledi. Çerik-çürük, enkaz haline gelmiş bir neslin yeniden elden geçirilmesine, restorasyona tabi tutulmasına ihtiyaç olduğunu söyledi. Bu masum nesillerin beyinleri elden geçirilmezse, nöronlarına yeni bir adab u erkan talim edilmezse, bu azgınlıkların devam edeceğini söyledi.
xErdoğan üzerimize biber gazı sıkıp binlerce insanı yaralar, seçmen tabanını meydanlara salma tehditleri savururken, şiddet kullanımını eleştiren Hocaefendi’nin “hümanist hegemonya” projesi de böylelikle açığa çıkmış oldu. KCK davaları sırasında da Kürtlerin alyuvarlarına girilmesi gerektiğini söylememiş miydi? Bir başbakan yardımcısının gidip makamında ziyaret ettiği Hocaefendi’nin alyuvarlarımız ve nöronlarımızla ilgili bu ciddi tasarruflarını bizler de mutlaka ciddiye almalıyız.
Zira Taksim Dayanışması gibi sivil inisiyatiflerde yer alan, yaşam alanlarımıza dair alınan kararlarla ilgili söz isteyen, bunları eleştirmek için sokaklara dökülen on binlerce, yüz binlerce insandan oluşan bu kitleyi Erdoğan hor görüp yok sayarken Hocaefendi konu ediniyor, bizim üzerimizde dikkatle durulmasını istiyor. Biri pür dikkat kesilip kitleleri “derinden” yönetirken, diğeri elinin tersiyle itiveriyor.Islah ederek yönetim ve gazlı tahakküm, nöronların ele geçirilmesi ve kemiklerin kırılması, hegemonya ve şiddet: ılımlı İslam’ın “nesillerimizle” oynadığı iyi polis/kötü polis oyununun iki kutbu işte budur.
Ancak nasıl ki Erdoğan bizleri muhatap almayarak ve yok sayarak bir başbakanın vatandaşlarıyla kurması gereken ilişkinin çok dışında davranmış ve tamamen totaliter yüzünü göstermişse, bir kanaat önderikonumundaki Hocaefendi de kendi kaderini tayin etmek üzere ayağa kalkmış bir neslin beyinlerini ele geçirme isteğini dile getirerek kendi totaliter yüzünü göstermiş oldu. Ilımlı İslam’ın iki versiyonu da aslında çoğulcu olmadığını gösterdi, politik eylemlerini farklı düşünen ve yaşayan insanların kendilerine benzetilmesi üzerine kurduğunu açık etmiş oldu.
Bu isyan işte tam da bu iki totalitarizme karşı farklılıkların birleşmesiyle, alyuvarlarına ve nöronlarına nüfuz edilmek istenen insanların buna direnmesiyle, kendilerine dair kararlarda söz hakkı talep etmesiyle birlikte ortaya çıktı. Bir parkı savunurken elbette üç beş ağaçtan çok daha fazlasını savunuyorduk: yaşam alanlarımızı, yok edilen mahallelerimizi, Sulukule’de yerinden edilen yaşam biçimlerini, sınırsız ve yıkıcı bir ekonomik büyüme adına feda edilen doğayı savunuyorduk. Daha sonra, bu alanların bir günden diğerine tek bir insanın kararıyla, çoğu zaman hukuksuz bir biçimde talan edilmesini eleştiren insanların üzerinde polis şiddeti kullanılmasına karşı direndik. Şimdi, bizi çerik-çürük ilan edip restore etmeye kalkanlarda gelip Gezi Parkı’nda elden geçirmek istedikleri neslin nasıl ele gelmeyeceğini görebilirler.
Peki bizi muhatap kabul etmeyenler ile beyinlerimize hakim olmak isteyenlerin aklına, bizi kendileriyle eşit görmek, bizimle birlikte yaşamak, isteklerimize saygı göstermek gelmiyor mu? Bizim üzerimizde illa bir tasarrufta mı bulunmaları gerekiyor? Peki bu tasarruf hakkını onlara veren kim? Onlardan bunu bekleyen kim?
Hizmet dedikleri sihirli kelime, bir eliyle gaz sıkarken diğer eliyle ıslah etmeye çalışan yeni bir otoriter devlet babayı gizlemekten başka neye yarıyor şu anda? Muktedirler, ancak kendileri gibi olanları, mümkünse sadece elli yaş üstü mutaassıp ve müteşebbis Sünni erkekleri muhatap almak istiyorlar – ne tesadüf ki, bu hafta Taksim’de ve direnen tüm meydanlarda buluşanların hemen hepsi bu kümenin dışında kalanlardan oluşuyor ! Bütün değerleri kendi ellerinde tuttuklarına inanan ve diğerlerine bunları dayatmak için devlet aygıtlarını kullananlara karşı başlayan bu direniş, bu eller üzerimizden çekilene kadar, inanın, dinmeyecek. Park’ta kocaman yazdığı gibi, artık yeter.
31 Mayıs İsyanı bir haysiyet talebinin ötesinde, aslında bir özerklik talebini dillendiriyor, daha doğrusu hayata geçiriyor; zira insanlar yaşam alanlarını, nasıl bir ortamda, hangi etkinliklerle yaşayacaklarını kendi kendilerine belirleyebileceklerini gördüler. Bu anlamda, birçoklarımızın hissi kesinlikle doğrudur: artık hiç bir şey eskisi gibi olmayacak.
12 Eylül’e doğan bizler, darbe koşullarında susmayı, 90’larda sinmeyi öğrenmiştik – bir süredir bir araya gelmeyi, bugünlerde ise şehre canla başla sahip çıkmayı öğreniyoruz. TOKİ’nin o beyaz kutucukları ne kadar cansız ise, Gezi’de kurulan kütüphaneler, forumlar, paylaşım noktaları da bir o kadar canlı. Sahip çıktığımız mekanları bu biçimde canlandırmak, aramızdaki ilişkileri, hatta kendimizle kurduğumuz ilişkiyi de dönüştürüyor. Baş kaldırarak yaşam alanları yaratan, kendi pratiklerini seçmek ve hayata geçirmek için meydanlara dökülen insanların üzerine gaz sıkmak ya da onların nöronlarını kontrol etmeye çalışmak, eşit derecede yanlış iki politik seçimdir – onlar eşit görülüp muhatap kabul edilene dek sürecek bu direniş. Gaza rağmen soluk almayı da, ıslahat fermanlarına rağmen nöronlarımızı kendilerinden menkul ruh yöneticilerine kaptırmamayı da biliyoruz artık. (FT)