Başyazarın kurduğu bu EÖ modeli, bir zamanlar toplumsal mücadelelerle ve dolayısıyla sosyal bilimlerle -- herhalde- bir şekilde ilgilenmiş, 12 Eylül darbesi koşullarında iş hayatında ya da gazetelerde çalışmış, ve özellikle 1990'lı yıllarda kendi "özeleştirilerini" yapıp. geçmiş fikirlerinin ve eylemlerinin bir yanılsamalar bütünü olduğu kanaatine varmış, eski devrimci, yeni işadamı/işkadını-gazetecilerin ideolojilerini kavrayabilmek için son derece önemli bir sembolik model.
Bu söylem analizini, EÖ modelinin temsilcileriyle "söyleşiler" yaparak kavrayamayız; çünkü kendilerine sorulduğunda, onlar artık her türlü "ideolojiden arınmış", devrimcilik yıllarında gözden kaçırdıkları bir tür "gerçek yaşam"la barışmışlardır.
Radikal-devrimci bir tavırdan, en az o kadar radikal bir popülizme geçiş sürecinde, bir ideolojiden başka bir ideolojiye geçtiklerini kavrayamayacak kadar içindedirler konumlarının.
EÖ modelleri, neo-liberal ve Bush yanlısı olmaktaki meşruiyetlerini, geçmiş devrimci deneyimlerinin bir özeleştirisiyle "dünyayla barışmış" olmaktan aldıklarını düşünürler.
Ne var ki, 12 eylül döneminin ve 1990'lı yılların alabildiğine baskıcı ortamında büyümüş, bu yüzden de politik eylemliliğin önkoşulunun, sürekli ve sağlam bir kuramsal sorgulama olduğunu düşünen bir kuşak için, EÖ modellerinin her türlü politik aktivizmi 1970lere göndermek için kullandıkları "biz zamanında çok denedik, bırakın bu işleri" argümanı artık işlemiyor.
Başyazar ve türevlerinin barıştıkları "dünya"nın, sürekli ağızlarında geveledikleri "gerçek yaşam"ın, ne menem bir dünya, ne menem bir yaşam olduğunu gören, onların sandıkları gibi 70lerden beri Doğu Perinçek çizgisinde kalmış ilkel bir ulusalcı sol değil, başyazarın "aman onlarla iyi geçinelim" diye çırpındığı Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ve Avrupa' nın eleştirel geleneğinden de öğeler içeren, geniş bir küresel direniş hareketidir.
Başyazarın 25 Haziran 2005'te Irak Dünya Mahkemesi'ni (WTI) eleştirmek için yazdığı yazı, EÖ ideolojisini uzun zamandır görmediğimiz kadar açık bir biçimde ortaya koyuyor.
Başyazarın, Türkiye Sanayici ve İşadamları Derneği (TÜSİAD) üyesi bir patron ve uluslararası sermayenin ortak olduğu bir şirketin yöneticisi olarak, hissedarlarının çıkarlarını korumak için hareket etmesine şaşırmıyoruz artık.
Dolayısıyla Irak'ın işgalini başından beri hararetli bir şekilde savunması da son derece tutarlıdır.
Şaşırtıcı olan, bu güçlü ve tutarlı başyazarın, birdenbire uluslararası bir sivil toplum hareketinin sonucu olarak İstanbul'da toplanan Irak Dünya Mahkemesi'ne karşı bir tür kampanya başlatmış olması.
Başyazarın bir şeylere canı sıkılmış, keyfi kaçmış olsa gerek. Yoksa o da, mahkemeye çağrıldıkları halde katılmayan ve onu tamamen görmezden gelen ABD ve İngiltere hükümetleri gibi sessiz kalmayı seçerdi.
Önemsiz şeylerin ne kadar önemsiz olduklarını yazmak, onlara bir önem atfetmektir. Başyazar bunu biliyor; onun yarım bıraktığı yolda devam etmiş olanların, direniş sembolü olarak parlamış Arundhati Roy'un ya da uluslararası akademi camiasında geniş bir etki sahibi Prof. Richard Falk'un, Irak'ta savaşıp ordudan ayrılan eski ABD askeri Tim Goodrich'in, zamanında Birleşmiş Milletler (BM) Irak İnsani Yardım Programı Koordinatörlüğü yapmış ve uygulamalardaki hataları görünce istifa etmiş, eski BM Genel Sekreter Yardımcısı Hans Von Sponeck'in İstanbul'a kadar gelmesi, başyazarı rahatsız ediyor.
Başından beri destek verdiği savaş sırasında, Irak'ın kültür varlığının talan edilmesinin kanıtlarının, plazasından çok da uzak olmayan Darphane-i Amire'de gösteriliyor olduğunu bilmek, nedense, yazı yazmaya -herhalde- çok da zaman ayıramayan başyazarı, Irak Dünya Mahkemesi konusunda bir şeyler yazmaya itiyor.
İşte başyazarın hukuk felsefesi ihtiyacı böyle doğuyor; "ben aslında haklıyım" demek için. Ne yapmıştır EÖ, bu yazıyı yazdığı cuma günü, plazasındaki odasında?
Şöyle bir bakmak için sekreterine bir iki Carl Schmitt, Hannah Arendt, Hans Kelsen kitabı getirtmiş midir? Zannetmiyoruz.
Devrimcilikten gazete patronluğuna yatay geçiş yapan büyüklerimizin, devrim maceraları ve iş hayatının "stresi" arasında, hukukun kuramsal sorunlarıyla uğraşacak vakitleri -herhalde- hiç olmadı.
Başyazar işte bu yüzden korkuyor; okumadığı metinlerde, okuyup -herhalde- unuttuğu BM Sözleşmesinde kendisini haksız çıkaracak kuramsal ve yasal dayanaklar olmasından endişelenip, işte şunları söylüyor:
" Benim gözümde bir tek hukuk vardır. O da meşruiyetini halktan alan ve kanunlara dayalı hukuk. Herkes kendi kafasına göre bir mahkeme kurup insanları veya ülkeleri yargılamaya başladığı zaman bunun nereye kadar gideceğini kimse tahmin edemez."
Kayıtlara geçmesi için bir kez daha hatırlatalım; Irak Dünya Mahkemesi, Birleşmiş Milletler Sözleşmesi'nin ihlal edilerek Irak'ın ABD ve İngiltere tarafından işgal edilmesinin ardından, dünyanın dört bir yanından milyonlarca insanın sokaklara dökülmüş olmasına rağmen, gene Birleşmiş Milletler Örgütü'nün ve uluslararası ceza mahkemelerinin herhangi bir yargılamaya gitmemiş olması yüzünden, meşruiyetini bu savaş karşıtı hareketten ve yürürlükteki uluslararası anlaşmalardan alarak, toplanan kanıtları ve vicdan jürisinin kararını Uluslararası Ceza Mahkemesi'ne sunmayı hedefleyen, kendi başına cezai bir yaptırımı olmayan bir sivil toplum girişimi, bu yüzden de "sembolik" bir mahkemedir.
Bütün bu sebepler yüzünden, başyazarın savunduğunun aksine, ne "halk mahkemeleri", ne de "şeriat mahkemeleriyle" bir ilgisi yoktur.
Dikkat edilecek olursa, başyazarın makalesinde bir kez bile geçmeyen bir kavram var: "adalet" kavramı. EÖ modeli, zaten hukuk ile adalet arasındaki ilişkinin tamamen göz ardı edildiği, "güçlü olanın yasa koymasını" savunan bir anlayışı temsil etmiyor mu yıllardır?
ABD ve İngiltere, BM Sözleşmesinden doğan "meşru müdafaa" haklarının ötesinde bir eylemle Irak'ı işgal ederken, meşruiyetlerini hangi yasadan, hangi halktan almışlardır?
Verili bir yasa ile bir adalet talebi arasındaki ilişki, toplumsal bir adalet talebinin yürürlükteki yasalar tarafından karşılanamaması durumunda politik bir mücadeleye dönüşür.
EÖ'nün ağzında gevelediği ilkel hukuki pozitivizm, iktidarın reddettiği hiç bir adalet talebin yasalaşmaması sonucunu doğururdu. Kaldı ki Irak Dünya Mahkemesi, yeni yasalar koymak için değil, işgal güçlerinin mevcut uluslararası anlaşmalardan doğan yükümlülüklerini yerine getirmemeleri sebebiyle ortaya çıkmıştır.
Belki de biz yanılıyoruz ve başyazar, o gün sekreterinin şaşkın bakışları altında Carl Schmitt külliyatını şöyle bir karıştırıp, gücü elinde bulunduranın uluslararası düzlemde de kendi yasasını dilediği gibi koymasının meşru olduğu kanaatine varmıştır.
Uluslararası politikanın temel bilgilerinden yoksun Türkiyeliler, Türkiye'nin neden ABD ile iyi geçinmesi gerektiğini başyazar gibi her geçen saniyede hatırlamıyor olsalar da, Arundati Roy'un WTI kapanış konuşmasında dediği gibi, bu savaşa karşı çıkmamanın, yolda kaza yapan bir arabada can çekişenlere yardım etmemeye benzediğini anlamış durumdalar.
Devrim yorgunu, "stratejik düşünce ustası" başyazar ise "artık şoförlü araba istiyorum" dediği günden beri, her iki durumla ilgili herhangi bir sorumluluk almamaya alışmış olmalı.
Dünyaya yalnızca devletler arası ilişkiler ve bunların piyasalara etkileri üzerinden bakmaya alışmış birine, yalan karşısında vicdanlarından güç alarak harekete geçen insanlardan oluşan bir küresel sivil toplum hareketinin ne olduğunu anlatmak son derece zor.
Bol aralıklı köşe yazılarında kullandıkları dilin sadeliğiyle övünen EÖ modellerinin kelime dağarcığı, "Bunun Türkiye'ye yararı nedir?" sorusundan öteye geçmelerine izin vermiyor.
Her türlü kişisel düşünme sürecinin devlet ve "piyasa" çıkarları adına bertaraf edildiği bir yapıda, başyazar va yazarlar küresel sermayenin yerel savunucuları olarak, vicdan kelimesini tırnak içinde yazmaya mahkumdurlar.
Ankara'dan ülkenin geri kalanını yöneten bir başka Özkök komutasındaki kurumun yüksek bir sesinin, iki Kürt çocuğunu "sözde vatandaşlar" olarak nitelemesinin ardından, başyazar da "İstanbul'da kurulan sözde mahkeme"den bahsediyor yazısında.
Ama biz artık, ülke yöneticilerimizin bir olaydan bahsederken "sözde" demelerinin, aslında bu olayı ciddiye aldıkları anlamına geldiğini çok iyi biliyoruz.
Vatandaşlık hakkının ya da uygulanmayan yasaları uygulatmak için baskı yapmak için kurulmuş bir mahkemenin "sözde" diye nitelendirilmesi, Özkök ailesinin hukuktan ne anladığını son derece iyi gösteriyor: Anayasa ya da BM Sözleşmesi, sonuçta bir kaç sözdür, uygulanması gerekmeyen. Sözün ağırlığını kim anlatacak bu aileye?
Sözde mahkemenin, sözde vicdan jürisi tavsiyelerinin altıncı maddesine göre, "Bu yasadışı savaşa katılanları, örneğin kasten yalan söyleyen gazetecileri, ırkçı, etnik ve dini nefreti körükleyen büyük şirketlere ait medya kuruluşlarını ve bu savaştan çıkar sağlayan çok uluslu şirketlerin üst düzey yöneticilerini ahlaken ve kişisel olarak sorumlu tutacak hesap sorma süreci başlatılmalıdır".
Tarihte cezasını çekmemiş çok suçlu var; hepimiz biliyoruz. Ama sözün gücüne vakıf olanlar, suçlu olduğu açıkça bilinen iktidar sahiplerinin, şoförlü arabalarıyla değil, isimlerine bir daha hiç ayrılmayacak şekilde yapışmış suçla hatırlanacaklarını da bilirler. (FT/BA)