Kültüründe bu kadar kana takıntılı başka bir ulus var mı bilmiyorum ama Türkiye'de kan üzerinden siyaset yapmak günümüzde hâlâ çok moda.
İstediğimiz bir şey olunca kurban kesilir kanı akıtılır, derslerde sınırlarımızın kanla çizildiği öğretilir, bu topraklar için çok kan dökmüşüzdür (Kore'de de çok kan döktük ama nedense orası hakkında bir iddiamız yok), her derde deva asil kanımız damarlarımızda dolaşır.
"Kana kan intikam" diye bir sloganımız bile vardır. Akan kanın yerde kalmayacağı bu topraklarda sıklıkla söylenir. Kanı kanla temizlemekten söz ederiz. Hatta o kadar kanımıza düşkünüz ki kan kaybından ölecek olsak bile "Yunan kanının" bize verilmesini istemeyiz. Kanın fizyolojik görevlerinin dışında sosyal bir belirteci (marker) yoktur. Kan kahramanlık, cesaret, güven, korkaklık, düşmanlık, iyilik gibi duygu ve özellikleri ne taşır ne de aktarır.
Herhalde bütün bu beyin yıkamaların etkisiyle çocukken kanın önemine inanırdık. Hatta bir arkadaşımızı çok seviyorsak onunla kan kardeşi olmak icin parmaklarımıza iğne batırır parmaktan çıkan iğne başı gibi kanı emer kan kardeşi olduğumuza inanırdık. O zamanlar akrabalıkların genleren geldiğini düşün(e)mez, derslerde duyduğumuz kan yüceltmelerinden bize öğretilen ve okulun her yerinde asılı olan Atatürk'ün gençliğe hitabesindeki "asil kan" kavramından etkilenerek bu tip davranışlara girerdik.
Kanın ne pis bir şey olduğunu öğrendik
Umarım artık bu tür kardeşlikler kurulmuyordur çünkü kanın ne kadar pis bir şey olduğunu öğrendik. Kanın vücuda canlılık veren oksijenin dışında AIDS hastalığının mikrobu HIV'yi, Hepatit B ve C, Malarya gibi hastalıkların mikroplarını taşıdığını biliyoruz. Hastanelerde kanla haşır neşir olan görevliler sadece kendi mikroplarını hastalara bulaştırmamak için değil hastaların kanından mikrop kapmamak için eldiven giyerler. İleri ülkelerde kan akması olası olan sporların hakemleri bile eldiven giyer. Daha da önemlisi beynimiz kendini pis kandan korumak için bir kan-beyin bariyeri (blood-brain barrier) geliştirmiştir. Böylece beyin, kandan oksijeni alır ama kandaki mikroplardan da kendini korur.
"Türk kanı"
Geçen haftalarda, devlet memurluğundan zorunlu emekliliğine iki aydan az zaman kalmış olan "malum" general yine ortaya kan kavramını attı ve TSK hakkında bazı iddialarda bulunan kişilerin "Türk kanı" taşımadığını ifade etti. Daha önceleriyse CHP'nin "malum" İzmir milletvekili bilimsellikte bir adım ileriye giderek Cumhurbaşkanı Gül'ün annesinin kanını değil ama kökenini araştırmaya davet etmişti. Bu tip örnekler maalesef çok sık siyaset malzemesi olarak ortaya atılmakta ve politikacılar bunlara karşı kendilerini korumak zorunda hissetmektedirler. Örneğin "Dersimli Gandi" 15 sayfalık bir dosya ile kendisinin kökeninin Oğuz Türklerine dayandığını kanıtlama ihtiyacı hissetmiştir.
Meselenin acı tarafı bu köken ve kan suçlamalarının ortaya atılması ırkçı İttihat ve Terakki politikaları ile ortaya çıkmış ve tek bir millet üretmeye odaklı Cumhuriyet'in kurulmasıyla daha da artmıştır. Bilindiği gibi Osmanlılarda "yedi düvele" korku salan, Viyana kapılarına kadar dayanan anlı şanlı yeniçeriler Hıristiyan ailelerden zorla alınıp "devşirilerek" Müslümanlaştırılan gençlerden oluşmuştur.
İmparatorlukta "devşirmeler" çok önemli siyasi konumlara gelmişler ve Mimar Sinan gibileri de dünyaca önemli sanat eserlerine mühürlerini basmışlardır. Aynı zamanda Osmanlı padişahlarının annelerinin ve eşlerinin yabancı ülkelerden gelen cariyeler olduğu saklan(a)mayan bir gerçektir. O devirlerde ve şimdi bile hiç kimsenin bu önemli ve başarılı insanların "kökenini ve kan"ını sorun ettiğine dair bir bilgiye rastlanmamaktadır. Siz hiç kimsenin savaş kaybeden bir padişahın annesinin kökeninin sorgulandığına tanık oldunuz mu?
Şaşırtıcı olan, bu etnik körlük düzenini kurarak bu topraklarda 600 yıl yaşamayı başaran Osmanlı İmparatorluğu'nun nasıl birden bire saf kan bir Türk devleti haline dönüştürülmüş olmasıdır. Bu bilimsel temelden uzak uğraşının detayları kısa süre önce Ayşe Hür tarafından "Türk kanı" taşımayanlar başlıklı bir yazıda Taraf gazetesinde anlatılmıştır (11 temmuz 2010).
DNA
On dokuzuncu yüzyıl sonunda tesadüfen keşfedilen DNA nihayet modern bilimde 1953 yılında çift heliksli DNA olarak izole edilebilmiştir. Elli yıl sonrada 2003 yılında insanın DNA haritası çıkarılmış ve bir insanın hem geçmişi hem de geleceği (ne tip hastalıklara eğilimli olduğu) bilinmeye başlanmıştır. Irkçıların ipliği artık pazardadır. Bu bilimsel ilerlemenin sosyal hayatta beklenen sonucu artık kan ve köken üzerinden siyaset yapmanın zorlaşması hatta imkansız hale gelmiş olmasıdır. Fakat ne yazık ki ırkçılığın Türkiye'de hâlâ devam etmekte olduğunu yukarıdaki örneklerle görmeye devam ediyoruz.
Geçmişte istediği sonuçları almak için binlerce kafatası ölçen zihniyet, nedense genlere bakmaya yanaşmamaktadırlar. Tabii ki insanların DNA'sına bakarak kökenlerini saptamaya çalışmak ırkçılığın en üst noktasını oluşturur. Çok daha bilimsel olmasına rağmen zihniyet olarak cumhuriyet devrinde yapılan kafatası ölçümlerinden daha farklı değildir.
Ben böyle bir şey önermiyorum tabii ki. Bizim hiçbir test yaptırmamıza, kafatası ölçmemize gerek yok. Yeni basılan Sevan Nişanyan'ın "Adını Unutan Türkiye: Türkiye'de Adı Değiştirilen Yerler Sözlüğü" bize kökenlerimizi haritalarla çok güzel bir şekilde göstermektedir. Oradaki haritalara bakın; Ermenice, Yunanca, Kürtçe, Arapça, Süryanice, Lazca ve Türkçe yer adlarının Türkiye haritasında ne kadar birbirine karıştığını göreceksiniz. Bu her tarafa yayılmış bazen çok karmaşık bazen seyrek kan damarları gibi haritalar bizim iç içe geçmisliğimizin en açık kanıtıdır. İşte size Türkiye'nin gen haritası.
Beyinin yaptığı gibi biz de bir beyin-kan bariyeri kuralım. Kanın, kökenin düşüncelerimizi, davranışlarımızı kirletmesine izin vermeyelim. (YA/TK)