*Fotoğraf galerisi için tıklayınız
Uzun zamandır özlemini duyduğumuz, hayallerimizde yaşattığımız mutlu, neşeli, heyecan verici bir 1 Mayıs kutladık. Yıllar önce de orada olanlar, ilk defa gelenler, bundan önceki yıllarda Taksim'e girmek için canla başla polisle mücadele edenler, herkes oradaydı.
Amerikalı olan eşim bu kutlamayı Bush'un başkanlığı sırasında Amerika Birleşik Devletleri'nde (ABD) çok sık yapılan savaş karşıtı eylemlere benzettiğini söyledi.
Doğru söylüyordu. 1979 ODTÜ mezunu olan ve 12 Eylül darbesinden sonra ABD'ye eğitim için giden ben, Körfez savaşları sırasında Washington'da katıldığım eylemlere kolay kolay alışamamıştım.
Öfkeli, sert bakışlı, saflara girerek yürüyen, sadece kendi grubunun sloganlarını atan, her an gelebilecek polis ve ülkücü terörüne hazırlıklı olan, gerektiğinde polisle veya flamalarındaki komünist önder sayısı bizim grubunkinden daha az veya daha çok olan diğer gruplarla çatışmayı göze alan bir eylem kültüründen gelmiştim.
Aramızda az sayıda kadın arkadaşımız da olurdu. Onlar da kadınlıklarını öne çıkarmamaya ayrı bir özen gösterirdi; tıpkı bizim gibi ciddi davranışlı, sert görünüşlülerdi.
ABD'deki eylemler ise "savaşa karşı olma" ortaklığını taşıyan ve gökkuşağı görüntüsü veren bir çok grubu, barışçı bir amaçla biaraya getirebiliyordu.
Doğrusunu söylemek gerekirse, bizim kuşağın Kemalist ideolojisi ile biçimlendirilmiş beynime, yanımda cübbesi ve takkesiyle yürüyen, arada bir Allahu Ekber diye bağıran savaş karşıtı bir Arap, "Benim ne işim var burada bu adamla birlikte" dedirtiyordu.
Demokrasi özürlü sosyalist genlerim ise 10 metre ötemde tefleri ve dümbelekleri ile hippi tipli gençlere, burjuva kıyafetli aileye, gayet neşeli ve çekici kıyafetler içindeki travestilere, düşük belli pantalonlar giyip pankartlarına "Yüzüklerin Efendisi" filmindeki bazı karakterlere atıf yapan yaratıcı sloganlar yazan gençlere tahammül etmekte zorlanıyordu.
Fakat zamanla, bu geniş yelpazeye dayanarak yüzbinlerce savaş karşıtını bir araya getiren eylemlerin ne kadar ses getirdiğini gördüm.
Kadınlar siyasette de sokakta da görünmüyor
Türkiye'ye dönüşümden sonra, Ufuk Uras ve Baskın Oran'ın bağımsız milletvekilliği kampanyalarında da aynı türden eylemliliklerle karşılaştım, şaşırmadım; 'Bundan bir iş çıkacak' diye umutlandım. Umudum boşa çıkmadı ve Ufuk Uras milletvekili seçildi.
Fakat gözlemlediğim asıl çarpıcı değişiklik, kadınların seslerini yükseltmesi ve eylemlere geniş katılımlarıydı. Nazım Hikmet'in dediği gibi, "soframızdaki yeri ineğimizden sonra gelen" kadınlarımız, Cumhuriyet devrinde bolca öğretmen ve hakim olarak "cumhuriyetin temel ilkelerini" yaymak üzere yurda yayılmışlar ve cumhuriyet balolarında batılı kıyafetleri ile "muassır medeniyeti" yakalamamıza yardımcı olmuşlardı.
Oysa seçme ve seçilme hakkının birçok Avrupa ülkesinden önce "verildiğini" ballandırarak anlattığımız kadınlar, Türkiye siyasetinde görünmezi oynuyor.
1935'ten bu yana TBMM'de 8 bin 794 erkek milletvekiline karşılık 236 kadın milletvekili bulundu. Yani genel oran yüzde 2.6. Şu anda kadın milletvekillerinin sayısı ise cumhuriyet tarihinin en yüksek seviyesinde ama oranı yüzde 4.5'i geçmiyor. Yani istenilen seviyede hiç değil.
Tabi konu sadece milletvekili oranları değil. Türkiye'de kadınların oranı sadece Meclis'te değil sokakta da çok düşük. Nadire Mater'in "Sokak Güzeldir / 68'de Ne Oldu?" kitabının kapağındaki eylem resminde kadın yok, mesela.
Kitapta hikayelerini anlatan erkek devrimciler, kadınların karar mekanizmalarında pek yeralmadığını, kadınlara "korumacı" yaklaşımlarını anlatıyor, bu nedenle özeleştirilerini de yapıyorlar.
"Sokak Güzeldir"de konuşan kadınlardan sevgili Neşe Erdilek, deneyimlerini anlatırken, "Sosyalist Fikir Kulübü'nde (SFK) ve Ankara'da Türkiye İşçi Partisi'nde (TİP) tek kadın yöneticiydim. Herhalde 'Kadındır, ses çıkarmaz' diye düşündüler" diyor.
Zaman değişti. Sevgili Nadire, bundan sonraki kitabının kapağında kullanmak üzere, içinde kadınların da bulunduğu bir resim bulmakta sıkıntı çekmeyecek. 1 Mayıs 2010'da kadınlar her yerdeydiler. Pankart taşıdılar, slogan attılar ve attırdılar, tef davul çalarak yürüdüler, dans ettiler, halay çektiler, zılgıt attılar.
Topluluğa bir edep, bir medeniyet getirdiler. Yüzleri asık, bakışları sert değildi, kadınlıklarını saklamaya özen göstermiyorlardı. Mor giysileriyle feministlerimiz, biz yaşlıları hiç "utanmadan" çöküp kaldıran, sonra da koşturan, megafonla sloganlarımızı başlatan genç kadınlarımız, hele hele rengarek kıyafetleri beyaz başörtüleri ile Kürt bacılarımız etrafa umut ve neşe saçtılar.
Şık başörtüleriyle ya da "sarı" saçlarıyla kadınlar sokakta
Güzel olanı bu sadece "solcu"lar arasında gözlenen bir değişiklik değil. Kadınlar, "Cumhuriyet" mitinglerinin de itici gücü olmuşlardı. Ellerinde Atatürk posterleriyle yürüyen "sarışın" kadınlar hala akıllarda. Öte yandan, bize "Babalarının, kocalarının sözünden çıkmaz" diye tanıtılmaya çalışılan başörtülü kadınlar da siyaset gruplarında önemli roller üstleniyorlar.
Bir ay kadar önce Diyarbakır'a bir ziyaretim sırasında Adalet ve Kalkınma Partisi'nin (AKP) gençlerle yaptığı bir toplantıya gözlemci olarak katıldım. O toplantıda paneldeki bakan ve milletvekillerine çanak tutmayan sorular soran, onları savunmaya iten de orada çoğunlukta olan erkekler değil ama gayet sık başörtüleriyle bulunan genç kadınlardı.
Hatta bir kadının söz alması üzerine gayet yakışıksız bir biçimde "Biz Diyarbakır'da kadınlara soru sorma hakkı veriyor muyuz?" diye aklınca espri yapan milletvekiline, "Diyarbakırda biz her yerdeyiz, artık alışın" diyen genç kadını hiç unutamam.
Yine Güneydoğu'da ve Van'da kadın hakları için mücadele eden ve oradaki erkeklerin "Başımızın belası oldu bunlar" dediği, öte yandan ciddi olarak çekindiği kadınlar, aynı Türkiye'nin değişiminde büyük bir rol oynamaya başladılar.
Ben çok umutluyum. İçi geçmiş yıllarda pek doldurulamayan solun "Kadın olmadan devrim olmaz, devrim olmadan kadınlar kurtulmaz" sloganının bence ilk önermesi hayata geçmeye başladı. Artık kadın var ve bu kadınlar kurtulmak için devrimi beklemeyecek kadar istekli, girişken, yapıcı ve yaratıcılar. (BB)