Bu bir veda mektubu değil. Sana son mektubum da değil. Öyle olsa yazamazdım.
Sen şimdi bunu okuyunca hınzırca gülümsüyorsundur.
Gülümsemeden bir şey anlattığını hatırlamıyorum. Ciddiyetinde bile bir hınzırlık var. Çocuk gibi…
İnsanın seninle başa çıkmasını imkansız kılıyor bu. Hoş, başa çıkma gereksinimini hiç duymadım. Çünkü anlatmayı sevdiğin kadar dinlemeyi de seversin. Üstelik sadece dinlemek için değil, anlamak için, merakla dinlersin. İster bilmediğin bir konu, ister bir konuda senin söylediğinden farklı bir yaklaşım isterse de bildiğin, hakim olduğun bir mesele olsun. Bu hınzırlık ve merak senin hiç yaşlanmamana neden oldu. Hastalandıktan sonra bana, ‘’çenem düştü’’ dediğini hatırlıyorum. O da bildiklerin, tanıklıkların sende kalmasın diye paylaşma telaşından olabilir.
Ah Hüsnü…..
Bunları okuyan senin özelliklerinin bunlarla sınırlı olduğunu sanabilir ama değil. Asla dikkatsiz, öngörüsüz, düşüncesiz bir insan olmadın. Bilerek kimseyi incitecek bir şeyyaptığını sanmıyorum. İnandıklarını hiç dayatmadın. Ama bu, her meseleye yaklaşırken vazgeçilmezlerin olmadığı anlamına gelmiyor. İnandıkların konusunda inatçısın. Seni fanatikleştirecek bir inat değil bu, ama bunca yıl insan hakları, eşitlik, özgürlük için direnmeni sağlayan bir inat. Senin kadar hoşgörülü, diğerkam, iyi bir insandan insanların beklemediği bir inat. Ama bana sorarsan o inat tam bu özelliklerin nedeniyle var.
Ah Hüsnü…..
Sevgin her daim engin. Hele sevgiline olan düşkünlüğün, o aşkı zenginleştirmen Türkiye’de hemcinslerinde kolay bulunmayan bir özellik. Ondan bahsettiğinde içindeki güvercinler her zaman kanatlanıyor. Delikanlı gibi… Heyecanlanıyorsun bu heyecanını geçen kaç on yıla rağmen koruyorsun. Çocuklarına düşkünlüğün ayrı bir hikaye. Konu ne olursa olsun her ikisinden de bahsederken gözlerin parlıyor. Çocuklar konusunda aranızda iş bölümü olması, her ikisine de olan düşkünlüğünü değiştirmiyor. Ben henüz tatmadım ama her ne kadar hikayesi acı olsa da torun keyfini de tattığın için sana gıpta ediyorum. Hem de şimdi iki tane.
Ah Hüsnü…
Hiç mevki düşkünlüğün olmadı. İhtiyaç hissedildiğinde Genel Sekreter de oldun, Başkan da. Ama bu mevkiler seni hiç değiştirmedi. Değişen tek şey konumun oldu. Değişmeyense hep referansla konuşman. Rakamlarla uluslararası insan hakları hukuğuna dayanarak. Türkiye’de pek çok konudaki insan hakları yaklaşımı senin sayende çerçeve buldu. Bulunduğun her yerde insan hakları mücadelesi verdin. Dönemin bitince işi başkasına teslim ettin, sen nerede ne şekilde yararlı olabileceksen öyle devam ettin. Büyük bir olgunlukla. Bu olgunluğu köy yakmalar ve boşaltmalar için yer aldığın heyet korucuların saldırısına uğrayıp seni yumrukladıklarında da, şehit yakını kisvesi altında faşistlerce kışkırtılan ve örgütlenen (Türkiye’de her zaman) kalabalık İnsan Hakları Derneği’ni bastıklarında da gösterdin. Kendini savunmak için eline aldığın kül tablası elinde kaldı. O kadar.
Ah Hüsnü…
Eleştiriler karşısında hiç küsmedin. Haksız bile olsalar. Kaç defa en yakınımızdakilerin hakarete varan eleştirilerine aynı şekilde ağır cevap verecekken beni durdurdun, ‘’lütfen yapma’’ dedin. İyi ki dedin. Başkası olsa dinlemem, seni hep dinledim. Sana hep inandım ve güvendim.
İnsan haklarının hiyerarşisi olmayacağını da senden öğrendik. İşkenceye karşı mücadelenin farklı cinsel kimlikteki kişilerin mücadelesi ile eşdeğer ve bütün olduğunu gösterdin içtenlikle. Derneğe haklı nedenlerle küsmüş olan LGBTIQ+ senin sayende dernekle barıştı. Samimiyetin ve bilgeliğin sayesinde…
Seni benim için vazgeçilmez kılan hem çocuk hem delikanlı hem olgun ve hem de bilge olman. Hepsi bir arada. Bu seni inanılmaz sahici ve insana ve insanlığa yakın kılıyor.
Ah Hüsnü…
Dediğim gibi bu bir veda mektubu değil. Sana son mektubum da değil. Öyle olsa yazamazdım.
(MÇ/RT)