Ölüye Saygı ve Adalet İnisiyatifi, Ocak 2021'den bu yana toplanıyor. 10 Nisan' 2021'de başlayan panellerin altıncısı "Yas, Hafıza ve Politika" idi.
"Yas, Hafıza ve Politika" paneli 22 Ocak 2022'de gerçekleşti. Nesrin Uçarlar moderetörlüğündeki programa Murat Çelikkan, Gülsüm Elvan, Derya Aydın, Aslı Zengin katıldılar. Bu dizimizde paneldeki konuşmaların çözümlerini yayımlıyoruz, panelleri kayıttan da izlemek mümkün.
"Türkiye'de ölülere yönelik şiddet", "Farklı İnançlar cenazelere ve mezarlıklara saldırıları konuşuyor", "Hukukçular Ölüye Saygı ve Adaleti Konuşuyor" , "Basında Ölülere Yönelik Şiddetin Yeri" ve "Adli Tıp Kurumu Çerçevesinde Ölülere Saygı ve Adalet" başlıklı panelleri de buradan okuyup, izleyebilirsiniz.
Türkiye, 2015’te barış sürecinin sona ermesinden bu yana giderek otoriterleşen bir şekilde yönetiliyor. Bu kaçınılmaz olarak evrensel insan hakları normlarından hızla uzaklaşmak anlamına da geliyor. Bu yedi yıllık süreçte Türkiye’de güvenlik sadece baskın devlet paradigması olmaktan çıkarak neredeyse yegâne devlet paradigması haline geldi.
Uygulanan güvenlik politikaları repertuarı, devletin kadim güvenlik politikaları ve terminolojisinden beslenen, bununla birlikte güvenlik meselesi olmayan kişi kurum ve konuların bir güvenlik meselesi haline getirilmesini de kapsıyor.
Devlet, ortaklık inşasına katkı sunan bir yapı olmaktan ziyade ortaklıkları çözen bir yapı olarak hareket ediyor Türkiye’de.
Bu süre biri Reyhan Ünal Çınar'ın “Ecdadın İcadı-AKP İktidarının Bellek Mücadelesi” adlı kitabında şöyle tanımlanıyor: "sosyal devlet anlayışının giderek göz ardı edildiği günümüzde taraf olmayanın bertaraf olacağını" söyleyen Erdoğan, eşitsizlikçi, güvenliksizleştirici neo-liberalizmin yakıcı etkilerine maruz kalmış bireylere, ekonomik ve siyasi karşılıklı bağımlılık ağlarıyla sürdürdüğü iktidarından yana taraf olmayı bir güvenlik illüzyonu olarak sunuyor. AKP yeni Türkiye’yi kurmayı tüm hatırlayış ve unutuşları tek tipleştirdiği, dahası dikte ettiği bir bellek terbiyesi olarak kuruyor.
Türkiye’de uzun yıllardır ölülere yönelik ve mezarlıklara yönelik farklı biçimde şiddet türlerine rastlıyoruz. Bu genellikle resmi ideoloji tarafından ötekileştirilenlerin ölülerine yönelik oluyor ve milliyetçiliğin ve siyasal İslam’ın konjonktürel gücüne göre artıyor ya da azalıyor.
Azınlık mezarlarına yapılan sistematik saldırıları hepimiz hatırlayalım. Türkiye’nin uluslararası ilişkilerindeki gerilimlere paralel olarak, Türkiye’de bu ulusların veya bu ulusların hâkim dinlerine mensup olanlara her daim rehine muamelesi yapıldığını da hatırlayalım. Yaşayanların canlarına, mallarına, ırzlarına yönelik saldırılar, ölülerine de yönelerek yok edilen mezarlıklar veya var olanların sürekli bir saldırı nesnesi olmasıyla tamamlanıyor.
Son yıllarda mezarlıklara ve ölülere yönelik saldırının artırmasını, saldırıların açıkça sahiplenilmesini ve bir gösteriye dönüştürmesini de bu çerçevede düşünmek lazım zannediyorum. Hem güvensizleştirmenin ölüleri de kapsayacak şekilde genişletilmesi hem de bir hafıza tahribatı, yok etmesi ve tekleştirmesi olarak...
Daha önce Ölüye Saygı ve Adalet İnisiyatifi bir dizi panelde konunun hukuki, insani, dini boyutlarını irdeledi. Burada bu konuya biraz insan hakları açısından bakmaya çalışacağım. İnsan hakları kavramını bugün yaşadığımız dünyada artık mücadelesini verdiğimiz ekoloji, hayvan hakları gibi alanların hepsini kapsamıyor ama insan haklarının evrimi insanın dışında olan haklar mücadelesini de kapsıyor.
Ama insan hakları, hakların yaşayanlara ait olması temelinde ölülerin haklarını da kapsayıcı olarak ele alınmıyor. Medeni hukuktaki vasiyeti bunun dışında tutuyorum ve ayrı bir tartışma konusu olduğunu düşünüyorum.
Mezarlıklar ve ölülere muamele sizin de bildiğiniz gibi çatışma, savaş, soykırım, insanlığa karşı işlenen suçlar bağlamında ele alınıyor. 1950 tarihli Lahey sözleşmesi, İkinci Dünya Savaşı sonrası düzenlenen Cenevre sözleşmesi birçok hükümlülük getiriyor.
Yani insancıl hukuk doktrininde ölülere muamele ve mezar hakkı karşılık buluyor. Ancak kararlarıyla insan hakları hukukuna büyük katkı yapan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nde (AİHM) bu hakkın bir karşılığına rastlamıyoruz.
Ancak yas tutma hakkı, mezarlık hakkının ihlali işkence kapsamında görünüyor. Ölümlere dair de etkin ve bağımsız bir soruşturma yürütülmesinin yaşam hakkının ihlali olduğu belirtiliyor o kadar.
Tabii burada özellikle kaybedilenlerin yakınlarının, dünya çapında verdikleri mücadele sonucunda oluşan hakikat hakkından da bahsetmeliyim.
Yani yakınlarının hangi koşullar altında öldürüldüğünün ve bedenlerine nereye gömüldüğünü bilme hakkında. Bu hak üzerindeki tartışmalar, bildiğiniz gibi Minnesota Bildirgesi el kılavuzunun da hazırlanmasına yol açtı. Bu da bu hak kapsamında mezarlıkların açılması ve incelenmesinin düzenlemelerini belirtiyor.
Türk Ceza Kanunu'nda da, TCK 153/1, ibadethanelere ve mezarlıklara zarar vermeyi yasaklıyor. Mezarlıkların her dinde ve kültürde bir kutsallığı ve dokunulmazlığı var ya da olmalı. Herkesin din ya da din dışı ritüeller yerine getirilerek gömülme hakkı olmalı.
Yalnız laik olduğu iddia edilen Türkiye'de cenaze törenleri için dini ritüeller dışında, bir tören şansı yok. Bu da toplumsal cinsiyetin ikili kalıplarda yorumlanmasının içine hapsedilmiş şekilde gerçekleşiyor. Her ne kadar mezarlıkların bir dokunulmazlığı olsa da, gerek kapitalist kentleşmenin tahribatıyla, gerekse çağımızın en büyük hastalıklarından olan milliyetçilik temelinde savaş, işgal ve sömürgecilik uygulamaları altında ölülere ve mezarlıklara yapılan saldırılara şahit oluyoruz.
Bu saldırılar ister istemez o mezarlıkların sahibi olan toplumları, grupları, azınlıkları hem manevi olarak yaralıyor hem de azınlık olma, savunmasız olma duygusunu pekiştiriyor.
2022 başında Almanya'nın Iserlohn kentinde Müslüman mezarlığındaki yaklaşık 30 mezar taşının tahrip edilmesi, işgalci İsrail'in Filistin mezarlıklarını halen yok etme ve tahrip etme girişimleri, İkinci Dünya Savaşı öncesinde 240 civarında Musevi mezarlığının bulunduğu Litvanya’da, bunların inşaat sektörüne kurban edilmesiyle sayılarının bir kaça indiği ve bu mezarlıkların da sürekli ırkçı saldırılara uğradığını, Amerika'nın Philadelphia kentinde 2017 yılında Yahudi mezarlığına yapılan ırkçı saldırıda 500 mezarın tahrip edildiğini, Arjantin'in Rosario kentinde de yine Musevi mezarlıklarına yapılan saldırıları örnek olarak verebilirim.
Bir de tabi Kosova'da Arnavut milliyetçilerinin 2013 yılının başında Priştine’de Sırp mezarlarına saldırarak 500 mezarı tahrip etmesi örneği var. Bundan sonra bütün Arnavutluk’taki mezarlıklar birer saldırı alanına dönüştü.
Bazen mezarlar ve mezarlıklar siyasal eylemlerin hedefi ya da sahnesi haline de gelebiliyor. Arjantin'de darbe sonrasının başkanlarından Carlos Menem, ülkedeki siyasal bölünmeyi aşmak için bir ölüyü ve bir mezarı kullanmıştı.
19. yüzyılın tiranlarından, Arjantin tiranlarından biri olan Juan Manuel de Rosas’nın İngiltere’de bulunan mezarını Buenos Aires’e taşıyarak ünlü La Recoleta mezarlığında gömdürdü. Cenaze merasimini bir ulusal uzlaşmaya dönüştürme hevesiyle, defin işleminden ve töreninden bir hafta sonra 277 askeri subayı ve eski gerillayı affederek ve La Recoleta mezarlığını barış için kullandığını iddia etti.
Türkiye'de hatırlayalım 27 Mayıs'ın ardından idam edilen Menderes, Polatkan ve Fatin Rüştü Zorlu'nun İmralı'da bulunan mezarları Meclis kararıyla daha sonra İstanbul Topkapı'da oluşturulan anıt mezara taşınmıştı. Burada her yıl devlet törenleri devam ediyor. Yani mezarlıklar dönemin politik ruhuna uygun bir şekilde dünyanın her yerinde araçsallaştırılabiliyor.
Türkiye'de Şubat 2020'de Trabzon'daki Latin Katolik mezarlığına yapılan saldırı, Garzan mezarlığı tahribatı, öldürülen gerillaların cenazelerine yapılan muamele, AİHM kararlarına konu olan ölülerin kulaklarının kesilmesi, cenazelerin teşhiri, devletin koruması altında cezaevlerinde bulunan mahkumların ölülerine reva görülen muamele, son yılların kutuplaştırıcı devlet politikalarının sonucu olarak değerlendirilebilir.
Her ne kadar ölüler insan hakları kapsamına doğrudan girmese de, 70'li yıllardan itibaren geçmişle yüzleşme pratiklerinde yaşanan zenginleşme, ölülerin ölme koşullarına ilişkin hakikatlerin ortaya çıkmasına, devletleri bu suçları kabul etmeye, özür dilemeye, tekrarını önleyecek yasal ve idari düzenlemeler yapmaya, tazminat ödemeye mecbur bıraktı.
İnsani olarak mezarlıklara ve ölülere yapılan saldırılar hepinizi yaralıyor. Kamusal akla aykırı hareketler bunlar. Ayrıca TCK kapsamında suç işleme anlamına da geliyor. İnsan hakları mücadelesi açısından ise faili meçhuller, keyfi öldürmeler, hukuk dışı infaz ve kaybedilme mağdurlarıyla, çatışma sonucu yaşamını yitirenlerin yakınlarına gerçeği bilme haklarının yerine getirilmesi ve adaleti borçluyuz. Teşekkür ederim.
Sorular, katkılar
Soru/ Hişyar Özsoy: Ölülerin hakları nerede başlar nerede biter? Belki de bu konuyla ilgili bir yan yana gelme, kafa kafaya verip düşünmek gerekiyor. Çünkü bu durum aslında hem ulusal hukuk hem de uluslararası hukukta alan açabilecek bir durum. Çünkü insan hakları söylemenin limitini de aynı zamanda bize gösteriyor.
Ölüler değil, ölülerin sahipleri kim? Ailenin mi hakkıdır, kimin hakkıdır? Niye ölüm ile birlikte bu insan hakları söylemi biter gibi? Bilmiyorum. Şu an fantezi düzeyinde ama belki Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne ek protokol bile olabilir. Çünkü son dönemlerde ölüye, mezara saldırılar o kadar çok arttı ki.
Belki bu inisiyatif çerçevesinde sonuca gidemezsek de bir protokol oluşturulmesı mesela... ölülerin hakları nedir, nerede başlar, işin felsefi boyutu var, hukuku var, siyaseti var, Spesifik bir tartışma olursa bunun hakkında ne düşünürsünüz, katılmak ister misiniz?
Aslında evet yani bütün tanımlar hayatta olanlara ilişkin. Ölülerin hakları da aileleri ya da yakınları üzerinden tanımlanıyor. Yani insan hakları denince ve sizin de belirttiğiniz gibi aslında ölülerin haklarını kapsamıyor ve yine gayet yerinde belirttiğiniz gibi hem felsefenin hem de hukukun konusu bu konu.
Yani 19. yüzyıldan itibaren tartışılmış bir konu. Kant mesela ölülerin de yaşayanlar için tanımlanmış hakların hepsine sahip olduklarını söylüyor ve bunun üzerine kuruyor bütün yaklaşımını. Ama dünyanın her yerinde, bir tek Türkiye'de değil, belirttiğim gibi yani ırkçılık ve milliyetçilik azgınlaştı, her yerde azınlıkların mezarlarına ya da muhaliflerin mezarlıklarına ve mezarlarına saldırı söz konusu.
Dolayısıyla katılıyorum. Yani ciddi tartışma alanı ve konusu bu. Ama bu yakınlar üzerinden mi, bizatihi ölüler üzerinden mi bunun tartışılması gerekiyor? Yani yas da çünkü geride kalanlara ilişkin. Yani yas hakkı da geride kalanları yani yaşayanlara ait, [onları] tanımladığını tekrar vurgulayayım.
Her şey saygı ve vücut bütünlüğünü koruma gibi Cenevre Sözleşmesi'nde Kızıl Haç’ın tarif etmiş olduğu şeyler dışında, bir seküler anlayış açısından yani ölümle o hakların hepsinin ortadan kalktığını kabul etmek gerek diye düşünüyorum ben. Ama bu mezarlıklara sahip çıkılmasını, yas hakkının olmasını, ziyaret hakkının olmasını kesinlikle dışlamıyor. Ayrıca bu düşüncemi değiştirmeye hazırım yani tartışma sürecinde.
Soru: LGBTİ+'larla kimsesizler mezarlığını paylaşan gruplardan biri de çoğu zaman göçmenler oluyor. Bir tahtanın üzerine genellikle nerede ve hangi tarihte bulunduğuna ilişkin bir bilgi oluyor. Yine kimsesizler mezarlığının da benim tahminimce gerilla mezarlığı olduğuna ilişkin. Göçmen ve mülteci cenazelerine ilişkin uluslararası bir inisiyatif, savunuculuk gibi şeyler var mı merak ediyorum.
Sadece ölümlere ve cenazelere ilişkin çalışan bir mülteci kuruluşu var mı bilmiyorum. Yani genel olarak iltica ve mülteciler konusunda çalışan örgütlerin, genel insan hakları örgütlerinin, yaşarken uğradıkları eşitsizlik, ırkçılık ve haksızlıkla beraber ölümde de kendi haklarına sahip olmalarına ilişkin hassasiyetleri olması gerektiğini düşünüyorum.
Fakat sizin de belirttiğiniz gibi şimdi, kimsesizler mezarlığı meselesi ciddi bir mesele. Çünkü aynen adli tıp gibi kimsesizler mezarlığı da, devletin ırkçılıktan zulümden kaynaklanan ihlallerini örtbas etmek için kullanılıyor. Yani belki Aslı Zengin'in de belirttiği gibi, azınlıkları, toplum dışına ittiklerini, kimsesizleri, mültecileri, politik kimliğe sahip ve mücadele verirken hayatını kaybetmiş olanları, en önemlisi de kaybedilenlere yani yakınları için bir mezar arayışında olan kayıp yakınları için mutlaka bir DNA bankasının kurulup, mutlaka yine Minnesota Protokolü uyarınca bu mezarların açılması gerekliliği ortada.
Çünkü belki bir sosyal eşitsizlik ve sosyal ihtiyaçtan yaratılmış olan kimsesizler mezarlığı, bugün olayları takip etmemenin failleri bulamamanın, ihlalleri ortaya çıkarmamanın aracı olarak kullanılabiliyor. Yani doğrusunu isterseniz ben kimsenin kimsesizler mezarlığına gömülmesi taraftarı değilim.
Ritüeller konusunda da tabii ki herkesin dini ya da kültürel hassasiyetlerine saygı duymakla birlikte, özellikle defin işlemlerinin mutlaka sekülerleşmesi gerektiğini düşünüyorum. Ben kendi adıma, ölünce hayatım boyunca beni hiç tanımamış bir imamın arkamdan söyledikleriyle gömülmek istemem. (MÇ/Lİ/APK/KU)
22 Ocak 2022'de webinar olarak gerçekleşen “Yas, Hafıza ve Adalet" paneli kayıtlarını Leyla İşbilir yazıya döktü, Ölüye Saygı ve Adalet İnisiyatifi yayına hazır hale getirdi. Metindeki arabaşlıklamayı bianet yaptı. Manşet görseli ve metin görsellerini Korcan Uğur düzenledi. Ölüye Saygı ve Adalet İnisiyatifi'ne çalışmayı bianet'te yayımlama imkanı verdikleri için teşekkür ediyoruz. e-posta: [email protected]
Yas, Hafıza ve Politika/ Nesrin Uçarlar
İnsan hakları ölülerin haklarını da kapsamalı/ Murat Çelikkan
Bana hakaret edenlerle uzlaşmamı istediler/ Gülsüm Elvan
Kürt direnişinin ve hafızasının mekânı olarak mezarlıklar/ Derya Aydın
LGBTİ+ ölüm, cinayet ve cenazeleri üzerine yasın politikası/ Aslı Zengin