Geçen hafta İstanbul’da konser veren Tunuslu şarkıcı Emel Mathlouthi: “Che Guevara gibi, hayattaki her tür konfordan vazgeçip özgürlük ve onur için savaşan insanların kaderine büyük saygı duyuyorum. Onun verdiği savaş bir onur savaşıydı.”
16 Mayıs akşamı İstanbul Babylon’da Emel Mathlouthi ve grubu müthiş bir konser verdi. Devrim günlerinde Tunus’ta gösterilerde kalabalıkla birlikte şarkılar söyleyen Mathlouthi ile konser öncesi bir söyleşi yaptık.
Sırf müzikle uğraştığın için devrimden önce başına işler geldi, yasaklandın, ülkeni terkettin, vs. Tunus’ta müzik yapanlar için şimdi durum nasıl?
En büyük sorun şu ki, bir genç olarak değişik bir müzik yapıyorsan ve politik şeylerden bahsediyorsan, geniş bir dinleyici kitlesine ulaşamıyorsun. Hep underground müzisyen düzeyinde kalıyorsun. Çalacak yer bulamıyorsun, destek göremiyorsun, basında yer alamıyorsun, radyolarda, festivallerde çalamıyorsun... Sonunda vazgeçmek zorunda kalıyorsun.
Politik nedenlerden ötürü mü?
Elbette... Hem içerik anlamında politik, hem de piyasa anlamında politik sebepler: Egemen sistem, yaratıcılığı ve yeni müzikleri desteklemiyor. Sadece yaygın kalitesiz müziğin arkasında duruyorlar. Tunus kültürünü geliştirmek gibi bir dertleri ya da o yönde bir çabaları yok.
Devrimden sonra bir şey değişti mi peki? Sence devrim müziğe ilham verebildi mi?
Devrim pek çok müzisyenin ortaya çıkmasını sağladı. Özellikler rap’çilerin... Sayıca çoğaldılar; güçlü sözler yazıyorlar, öfkeliler ve komikler de. Her gün yeni yeteneklerin ortaya çıktığını görüyorum. Ama durum neredeyse aynı; bu yetenekler kendi işlerini yaratmaktan öteye geçemiyor. Tabii, bazı şeyler şimdi daha kolay, değişik festivallerde çalmak, mesela Tunus içinde turneye çıkmak mümkün, ki devrimden önce bu imkansızdı. Ama önlerinde daha geniş bir alan açılamıyor; mevcut yeni sitemin bunları umursadığını da düşünmüyorum. Tabii çözülmesi gereken tonlarca hayati mesele var, ama sanat da çok mühim bir konu. Ne yazık ki bunu dert edindiklerinden emin değilim.
Yani umursamıyorlar, desteklemiyorlar mı?
Desteklemiyorlar. Çünkü genç kuşağın gelişmesine yardımcı olmak için gerçek bir siyasi irade gerekiyor. Fransa’da örneğin, yeni/güncel müzik için ayrılan bir para var, bütçe var, mekanlar var. Bizde ise kültüre ayrılan bütçeye giderek güdükleşiyor.
Dışarıdan bakan çoğu insan Arap dünyasında devrimin pek bir şeyi değiştirmediğini düşünüyor. Ben kesinlikle katılmıyorum ama sen ne düşünüyorsun bu konuda?
Beklenen büyük değişimler henüz gerçekşemedi; işsizler, yoksullar açısından büyük bir değişim yok. Ama bir şey değişmedi diyenlere katılımıyorum. O meşhur sloganda dendiği gibi, “Hiç bir şey değişmedi, ama hiç bir şey de eskisi gibi olmayacak!” İnsanlar şimdi düşüncelerini ifade edebiliyor. Örneğin Tunus’ta yeni gazeteler, yeni radyo istasyonları, yeni televizyonlar kuruldu, iktidarı eleştiren yeni programlar yapılıyor. Sivil hayatta bağımsız kurumlar, hareketler ortaya çıktı.
Repertuarında Türkiye’den parçalar da var. Ahmedo, Ben Seni Sevdiyumi gibi şarkıları ilk nerede nasıl duydun?
Aynur Doğan’ı dinlemiştim, Ahmedo’yu, ve bu şarkıya aşık olmuştum. Muazzam derecede güçlü bir şarkı. Benim için zordu onu söylemek, çünkü Kürtçe hakkında hiç bilgim yoktu. Sonra Kürtlerin tarihini, kültürünü keşfettim ve bir Tunuslu olarak Kürtçe şarkı söyleyemekten gurur duydum. Ardından Fatih Akın’ın filmini izleyince İstanbul’a, Türkçe müziğe aşık oldum.
Kazım Koyuncu’nun parçasını da sanırım bu akşam ilk kez sahnede grupla birlikte söyleyeceksin. Onu nasıl keşfettin?
Evet, onu ilk defa söyleyeceğiz. “Ben Seni Sevduyumi”yi yine Fatih Akın’ın İstanbul’la ilgili filminde keşfettim. Çok güçlü bir duyguya sahipti. Onu söylemeyi çok istedim, her söylediğimde de içimde çok güçlü bir şey hissederim. Ardından Kazım Koyuncu’nun hikayesini ve trajik ölümünü öğrendim. Böyle insanlar beni derinden etkiliyor; hakiki sanatçılar, hakiki müzisyenler onlar. Sonra Şevval Şam’ı da keşfettim, birlikte söylüyorlardı.
Ayrıca Türkçe müzikte kadınlarla erkeklerin birlikte şarkı söyleme tarzı çok özel geldi bana. Bunun Türkçe’ye özgü bir şey olduğunu düşünüyorum; kadınla erkeğin birlikte şarkı söyleme tarzları çok değişik. Buna başka müziklerde rastlamak zor. “Gelevera Deresi” şarkısının da hikayesini çok sevdim ve beni derinden etkiledi.
Bir şarkıyı daha sormak istiyorum. Che Guevara için yazdığın ‘Fi Beli’ şarkısı hangi ortamda, nasıl ortaya çıktı?
Kuşkusuz Che Guevara gibi, hayattaki her tür kişisel konfordan vaz geçip özgürlük ve onur için savaşan insanların kaderine büyük saygı duyuyorum. Onun verdiği savaş bir onur savaşıydı. Bu şarkıyı 2009’da yazdım. ‘Kim olduğunu hiç unutmayacağım’, ne olduğunu değil kim olduğunu unutmayacağım diyerek ona bir saygı duruşunda bulunmak istedim. Çünkü kişisel hedeflerinden, bencilliklerinden vazgeçip kendini kurban edecek daha çok insana ihtiyacımız var. Bu şarkıyı Tunus’ta devrim döneminde söyledim. Sidi Buzid’teki ilk isyan dalgasında, Bouazizi kendini ateşe verdiğinde şarkıyı ona adadım. Çünkü o bizim Che Guevara’mızdı, politik bir aidiyeti falan olmasa bile Che Guevara gibiydi.
Arap müzik tarihi içinde kendini borçlu hissettiğin birileri var mı? Örneğin Şeyh İmam’ın bıraktığı miras konusunda ne düşünüyorsun?
Kendimi Şeyh İmam’ın hayranı, kızı, ruh kardeşi gibi görüyorum! Bence eşi benzeri olmayan bir insan, onun gibisi dünyaya az gelmiştir. Bir kere çok sağlam yürekli ve bonkör bir insan; bana göre bir düşünce adamı, bir isyankar, bir savaşçı ve aynı zamanda bir rock’çı! Uduyla, bunların hepsini kendisinde birleştiren bir müzisyen.
Çünkü, her şeyin ölçülü olduğu o klasik Arap müziği geleneği dışında, bambaşka bir şey yapıyordu. Bağırıyor, vokalistleriyle atışıyor, onlarla birlikte coşuyor; adeta bir hippie grubu gibiydiler. Şarkıları bana öylesine güç verdi ki, ben de bu silahı kuşanıp, yani gitarımı elime alıp sahnede ateşlemeye karar verdim. Bu şarkıları Tunus’ta küçük grupların önünde ilk kez çaldığımda dinleyenlerle aramda güçlü bir elektrik oluştuğunu farkettim. Şeyh İmam’ın mirası buydu işte. (NS/EKN)