Bu yılki Berlin Film Festivali’nin jüri başkanı Meryl Streep, festivalin başında düzenlenen basın toplantısında, yarışma bölümüne Afrika’dan da (Tunus yapımı) bir filmin seçilmiş olmasına istinaden “öteki” kültürlerle ilişkisine dair bir soruyu yanıtlarken şu cümleyi sarfetti: “Hepimiz Afrika’dan geldik aslında.”
Sorunun niyeti bu olmasa da, mevzunun ucu bu yıl Akademi Ödülleri’nde oyuncu dallarındaki tüm adayların, diğer dallarda da ezici çoğunluğun beyaz olması karşısında dile gelen -hatta boykota varan- eleştirilere dokunuyordu doğal olarak. Streep’in meseleyi savuşturmak için, “homo sapiens” atalarımızın Afrika’dan dünyaya dağıldığını anımsatarak 60 bin yıl öncesine kadar gitmesi, pek zeki bir hamle sayılmazdı doğrusu. Çünkü bugünkü Avrupa’nın ilk sakinlerinin Afrikalı göçmenler olduğunu da kabul etmiş oluyordu böylece. Tabi bugün aynı yolu katetmeye çalışan mültecilerden farkları, o zamanlar “sınır” denen şeyle –henüz devlet icat edilmediği için- karşılaşmamış olmalarıydı. Öte yandan Streep’in Afrikalı kimliğini sahiplenmesinde, orada yaşayan halkları temsil etme yetkisini kendisinde görmek gibi bir üstten bakış da yok değil; ki jürinin birazdan bahsedeceğim ödül tercihi bununla pek tutarlı bir sonuç oldu.
Şehirdeki mültecileri festivale çekmek için bu sene özel uygulamalara giden Berlinale’nin iyi niyetli çabaları bir yana, sanat elitlerinin mültecilik ve çok kültürlülük olgusuna bakışında sömürge dönemlerinden çok da uzaklaşılamadığını gösteren vakalar az değildi.
Evvela Berlinale 2016 jürisi, tam da Oscar’daki tartışmayı haklı çıkaracak şekilde hepsi beyaz yedi üyeden oluşuyordu: 1 ABD’li, 1 Alman, 1 Fransız, 1 İtalyan, 1 Polonyalı ve 2 Britanyalı. (Bu arada jüriyi oluşturan yedi kişiden dördünün oyuncu olması ayrı bir garabet, ama oraya takılmayalım şimdilik.) Afrikalıların, Asyalıların, Latinlerin başta Hollywood olmak üzere Batı’daki sinema endüstrilerinde temsili bu denli sorunluyken, festivallerde ödül dağıtan jürileri aynı kolonyalist zihniyetin şekillendirmesine şaşırmamak lazım belki de.
Peki soluk benizli Berlinale jürisi, en büyük ödül olan Altın Ayı’yı kime verdi dersiniz? Afrikalı mültecilerin Akdeniz’de telef olmasına üzülen, seyirciyi de bu konuda üzülmeye davet eden bir filme: “Fuocoammare” (Fire at Sea). “Telef olma” ibaresini bilerek kullandım, çünkü filmin gözünden bakınca yaşanan şeyi en iyi tarif edecek sıfat bu, bana kalırsa.
Gianfranco Rosi’nin festivalde gösterildiği andan itibaren ödüle favori gösterilen filmi, Libya ile Sicilya arasındaki Lampedusa adasına ulaşmaya çalışan Afrikalı mültecilerin (medya diliyle söylersek) “dram”ını, adada sürüp giden hayatın rutin akışına paralel biçimde aktarıyor.
Çoğunuzun filmi izlemek isteyeceğini düşünerek bu aşamada seyir zevkini mahvetmek istemem, ama konusu nedeniyle onu yere göğe koyamayan, hele politik bulan eleştiriler karşısında şu kadarını söylemek lazım: Televizyonda görmeye alıştığımız görüntülerin daha kaliteli ve sakin bir kamerayla kaydedilmiş halini, biraz daha iç kanatan detaylarla birlikte izliyoruz filmde. Bu kadar sıcak bir konuda yapılmış bir belgesel için fazlasıyla soğukkanlı ve nötr bir bakış. Ele aldığı mültecilere belli bir mesafeden bakan (ki okuduğum eleştirilerde en çok yönetmenin bu “gözlemciliği” övülüyor), Irak Savaşı’nın iliştirilmiş gazeteciliğine benzer şekilde İtalyan sahil güvenlik birimlerine “embedded” bir yönetmen var karşımızda. Hatta yer yer, can çekişen insanlara el verip yardım etmek yerine kamerayı elinde tutmaya devam etmesini yadırgadığımız bir yönetmen.
Peki mülteciler hakkında anaakım medyanın sunduğundan daha fazlasını söylemeyen, onları köhne teknelerin güvertesinde objektife yakalanmış, yüzlerindeki dehşet ifadesi ve korkudan büyümüş gözleriyle orman kaçkını vahşiler gibi resmeden bir film neden Altın Ayı ile taltif edilir?
Sorunun yanıtını Susan Sontag “Başkalarının Acısına Bakmak” adlı kitabında vermişti: “Ne kadar çok sempati duyarsak, acılara yol açan gelişmelerde bir suç ortaklığımız bulunmadığı duygusuna kapılmamız da o ölçüde kolaylaşır. Sempatimiz, acizliğimizin yanı sıra masumiyetimizin de ilanıdır.”
Bazıları “Fuocoammare”nin Afrikalı mültecilerden ziyade Lampedusa adası ile ilgili olduğunu iddia edip işin içinden çıkabilir; nitekim film ada sakinlerinin hayatlarına yakından tanıklık edip evlerine girerken, mültecileri birer haber görüntüsüne, toplama kampında istiflenen rakamlara indirgiyor. Tanıştığımız adalılar kanlı canlı birer karaktere bürünürken, denizden gelen yabancıları ise geçmişlerini merak etmediğimiz gibi akıbetlerini bilemeyeceğimiz garibanlar olarak görünüp geçiyor. Evet bu filmde adalıların kendisi var, mültecilerin ise görüntüsü var.
Buna karşın, film her yerde “mültecileri anlatan belgesel” olarak lanse edildi, gösterimi takip eden basın toplantısında filmin farkındalık yaratma misyonundan bahsedildi sık sık. Günümüzde “farkındalık” kadar riyakâr, içi boşalmış bir kavram var mıdır acaba? Yeryüzünde mültecilerin sınırları aşmaya çalışırken yaşadığı eziyeti “fark” etmeyen kaldı mı allahaşkına? Bu konuda önümüze düşen bunca görüntü, haber, rakam farkındalık yaratmaya yetmedi mi? Onun hayli ötesine geçmemiz gerekmiyor muydu çoktan?
Daha geçenlerde “Aylan bebek” pozisyonunda kumsala yatıp fotoğraf çektiren (birileri ona, bu süper yaratıcı eylemi AKP Gençlik Kolları’nın çok önceden düşünüp yaptığını söyleseymiş keşke!) sanat süperstar’ı Ai Weiwei de, aynı günlerde festival kapsamında düzenlenen Cinema for Peace adlı hayır amaçlı etkinlikte “farkındalık yaratmak” istemiş. Aralarında Charlize Theron gibi ünlülerin olduğu zengin konukları -denizden çıkan mültecileri soğuktan korumakta kullanılan- parlak folyo örtülere sarıp sarmalamış ve birbirinden şık davetliler altın rengi varaklar içindeki selfie’lerini paylaşmaya doyamamış... Bayağılık, zevksizlik gibi tabirler böylesi bir manzara için hafif kalır, düpedüz vicdansızlık. Ki Berlin kentinin kültür sorumlusu bile müstehcen olarak nitelediği bu “Show”dan hicap duyduğunu belirtmek durumunda kalmış.
Keşke birileri şu duyarlı beyazların aynaya bakmasını sağlayacak, kendi basiretsizliğinin farkına varmasına yardımcı olacak bir “farkındalık” yaratsa biraz da!
Biz gene Altın Ayı sahibi filme dönelim. Rosi, Lampedusa adasına en başta mülteciler hakkında 10 dakikalık bir “sosyal sorumluluk” filmi çekmek üzere gönderilmiş, sonradan daha uzun kalıp konudan bir sinema filmi çıkarmaya karar vermiş. Ödül töreninde yönetmen Lampedusa’nın mültecilere kucak açmasından, halkın misafirperverliğinden falan dem vurarak ödül heykelciğini ada sakinlerine adadı; filmin öznesi olduğu iddia edilen yersiz yurtsuz mültecilere değil! Adaya hiç varamayan kurbanları anmayı unutmadı elbette, kalbi onlar için atıyordu, ama ödülün manevi sahipliği misafirperver İtalyanların hakkıydı. Aynı ödül konuşmasında, bütün bu trajedilerin asıl kaynağı olan Avrupa Birliği’nin ikiyüzlü politikalarına karşı tek bir eleştirel cümle dahi kurmadı.
“Fuocoammare” gibi filmlerin, mültecilerin sesini duyurup acısını azaltmaya nasıl bir katkı yaptığını merak ediyor insan. Sanki daha çok, sosyal mevzulara duyarlı beyazların “masumiyetini” cümle aleme ilan etmeye yarıyor. Burada da, şahsen Lampedusa açıklarında yaşanan trajedilerin yüce gönüllü adalıları ne kadar kederlendirdiğini gördüm daha çok. Bizden ötesini göremiyoruz; anlatılan bizim hikayemiz, bizim kederimiz, bizim üzüntümüz, bizim ötekilerin acılarına bakarak çektiğimiz acı...
Filmdeki doktor gibi gerçekten de bu acıyı paylaşan ve azaltmaya çalışanların varlığı, beyazların ulvi yükümlülüğünü temsil etmeye yetiyor; bir nevi the white man's burden.
Peki bizim büyük kederimiz, Afrikalı isimsiz mültecilerin kederini telafi edebilir mi?
Ne de olsa hepimiz Afrika’dan gelmişiz! (NS/AS)