Yirmi Temmuz'dan bu yana sadece Diyarbakır, ağırlıkla da kentin kalbi Sur beldesinde değil! Yedi Haziran genel seçimlerinden sonra yüzde seksen ve üzeri siyasal tercihini Halkların Demokratik Partisi'nden yana kullanmış yerleşim yerlerine yönelik devletin kurumlarına hükmeden iktidar cephesinden "topyekûn" bir yönelme / saldırı var.
Ve bu yönelim hayli "üst perdeden" bütün hızıyla sürüyor. Cezaevlerinden sevkler, tutuklamalar, baskınlar, ölümler ve katliamlar… Umuyor ve diliyorum ki öyle olmaz, ama en azından 1 Kasım seçimlerine kadar da bunun tırmanarak devam edeceği anlaşılıyor / hissediliyor / hissettiriliyor…
Bundan tam 35 yıl evvel 12 Eylül 1980 günü generallerin bir günlüğüne ilan ettikleri "sokağa çıkma yasağı"nı çok haklı olarak emsal olarak değerlendirenler; 2015'lerin "sokak" yasaklarının hiç de öyle olmadığının vurgusunu mutlaka yapıyorlar.
Sekiz günlük Cizre yasağının, Sur'da, Yüksekova'da, Silvan ve diğer yerleşkelerde sıkça tekrarları tek başına "özgürlük kısıtlayıcılığı" ile açıklan(a)mayacak kadar vahim olduğu bir gerçek.
Genç, yaşlı, kadın, çocuk; özcesi sivil insan kayıplarının "sayısal" ve travmatik, trajik boyutları; bu işe "dur denilmesi" gerektiği söylemlerinin sadece siyaseten değil, insani ve vicdani açıdan da yüksek sesle dillendirilmesi gerektiğinin gücünü toplumda hissettirir oldu.
Bu sebeple Cizre'de sekiz günlük yasağın akabinde 23 sivil kayıptan aralarından 35 günlük bebeğin de olduğu 16’sının cenazelerinin kaldırılmasının ve defninin yüzbin insanla gerçekleşmesinin göstergebilim açısından izahı çok anlamlıdır ve tabii ki gereklidir de!
Yine Diyarbakır Suriçi’nde sokağa çıkma yasağı uygulanırken kentin diğer semtlerinde, mahallelerinde yaşayan çok sayıda duyarlı insanın eski Dağkapı, şimdiki Şeyh Said Meydanı’nda büyük kalabalıklar oluşturarak toplanıp yüzlerini Sur beldesine döndürüp "Aman orada toplu katliam" girişimi gibi bir "yönelim" olmasın anlamında bekleşmesi ve böyle bir durum olursa her şeyi göze alarak kitlenin Sur'a girme işaretlerinin verilmesi de boşuna olmasa gerek…
Özelde "Kürt Siyaseti", genelde ise "Türkiye Siyaseti" çok hassas bir eşikten geçiyor.
AKP üzerinden 2002-2015 yılları arasında kesintisiz 13 yıllık mutlak iktidar olmalarına nokta konulan 2015 Haziran seçimleri sonrası “yenilgiyi kabullenemezliğin” sonuçlarının yarattığı ciddi bir "meşruiyet" tartışması kamuoyunun gündeminde.
Üstelik kendisince mutlak olan "iktidarı(nı) kaybetmiş" olmasına rağmen hâla kendini "iktidar" sanan ve bunu sürdürmede ısrar eden bir garip hâl'i eski devirlerin "olağanüstü hâl"ine döndüren bir “mutlak ve mağrur” ısrar...
Bu ısrar meşruiyeti tartışmalı iktidar açısından sonuca gider mi?
Gitmeyeceği aşikâr.
En iyimser "anket"ler bile 1 Kasım seçim sonuçlarının aşağı, yukarı 7 Haziran'ın yaklaşık olarak benzer sonuçları vereceği yönünde. Bu görünen gösterge. O halde seçim sonrasını şimdiden kurgulamakta yarar var.
Ve sakın ola ki! Doksanlardaki yaşanmışlıkla kimseler halkı imtihan etmeye yeltenmemeli. Köprülerin altından 20 yıldır çok su aktı ve geçti gitti. En hafifinden dünyanın çıplak gözü önünde cereyan ediyor onca eziyet, zulüm ve ölümler.
Ve birileri, kaybedilen asker ve polislerin yakınları onca "şehit" edebiyatına rağmen çıkıp bakanların, vekillerin gözlerinin içine bakıp başbakanın, cumhurbaşkanının makamını ve adlarını telaffuz ederek "Neden öldü evladım, eşim, yakınım" diye yüksek sesle soruyorsa birileri, muktedir olduğunu sananlar düşünmek durumunda.
Ama öyle gözüküyor ki, devletin temsili gücünü elinde bulunduran ve düşünmesi gereken siyasal erk sahipleri; “taraf”lardan diğerinin “tahkim edilmiş ‘ateşkes’ çağrısı”na rağmen "düşünce" eşiğini hayli aşmışlar. Öyle olmasaydı bunca "akıl dışılık" nasıl ve ne şekilde açıklanabilirdi ki! (ŞD/YY)