Bu biraz kısa bir yazı, Gezi Parkı’na dair bugünlerdeki burukluğumuza dair, Gezi Direnişi adını verdiğimiz uzun yolculuktan küçük notlar, anımsamalar bunlar...
Cumartesi gecesi Gezi Parkı’nın merdivenlerinden ağır ağır çıktım. Parkın girişindeki beton zeminli ve ağaçsız olan genişçe bölüme uzun uzun baktım, içime bir hüzün çöktü! aklımdan geçen ilk cümle şu oldu, "Ne kadar da küçükmüş burası, o kadar insan nasıl sığdık buraya?"
Polisin bizi parktan zorla çıkarıp, parkı uzunca bir süre işgal etmesinin ardından parka giden herkes bu duyguyu hissetti sanırım. Şurada bu vardı, burada bu vardı diye içimizden cümleler geçirdik, parka uğrayamayan arkadaşlarımıza parkı anlattık. Anlatmaktan hiç bıkmayacağımız, her defasında aynı heyecanı yaşayacağımız o günler, parka her girişimizde gözlerimizin önüne gelecek muhtemelen...
Gezi Direnişi boyunca Taksim Dayanışması toplantılarından fırsat bulduğum zamanlarda üyesi olduğum Sosyalist Yeniden Kuruluş Partisi (SYKP) ve Halkların Demokratik Kongresi (HDK) çadırlarında vakit geçirdim. SYKP çadırı diğer çadırlara göre daha büyük olmasına rağmen şimdi bakınca küçücük bir yer gibi görünüyor. 40 metrekarelik koca çadır meğerse hepi topu üç ağacın arasıymış. Parkın girişinde sol tarafta çocuk parkına varmadan olan bölümde, Barış ve Demokrasi Partisi (BDP) çadırı, BDP gençliğinin 300 kişilik halay ekibi, HDK, SYKP, SODAP, TMMOB, Hava-İş Sendikası, Sosyalist Feminist Kolektif, Emek Özgürlük Cephesi, Halk Cephesi, Boğaziçi Üniversitesi demokrasi çadırı, 78’liler girişimi vardı. Parkın yirmide biri büyüklüğündeki o küçücük alana nasıl sığmışız?
Parktayken bazı ihtiyaçlar için Mete Caddesi’ne bakan tarafındaki çay bahçesine, malzeme dağıtım yerine gitmek zor gelirdi. Arkalardaki sivil İnisiyatif’in yerine malzeme almaya gitmek için insan bulmakta zorlanırdık, herkes ¨Orası çok uzak¨ derdi. Hele parkın en arkasındaki Gezi Bostanı’na gitmek başka bir semte gitmek gibi bir şeydi. Gezi Parkı’nın her bir semti ömre bedeldi... Bir yerden bir yere gitmenin uzun sürdüğü, kalabalıktan adım atılmayan, binlerce insanın geceleri koyun koyuna uyuduğu, bir sloganı bir kişinin atmasıyla binlerce insanın eşlik ettiği park, bizlere çok büyük bir yer gibi görünüyordu. Deryaya içre ama deryayı bilmeyen mahiler gibiydik. Şimdi şimdi anlıyoruz: ne deryaymış...
Şirin babası olmayan koca bir Şirinler Köyü gibiydi. Reviri, kantini, örgütleri, sendikaları, meslek odaları, ibnesi, transı, kadını, erkeği, genci ve yaşlısıyla hatta delileriyle kurulan başka bir köydü. Bir tur atalım dediğimizde parkın içindeki turumuzu bir iki saatte bitiremediğimizi hatırlarım. Kendi içinde küçük bir kasaba... Herkesin birbirine benzediği, birine çarpınca özür dilenmesi bile uzun süren bir yer. Üşüyenlerin üzerini anneleri yerine tanımadıkları insanların örttüğü bir yer. Tok ile açın lokmasını paylaştığı bir yer. Cümlemizin birlikte doyduğu, birlikte aç kaldığı bir yer...
Şimdi merdivenlerinden sıkışarak tek sıra halinde girmediğimiz, daha sakin günlerindeyiz parkın. Neresine otursak aklımıza başka bir görüntünün, başka bir anının geldiği günlerdeyiz. Biraz yitirmişlik duygusu var hepimizde, ama umudumuz da var. Nasıl olsa bir kere başardık.
Şimdi bakınca daha net anlıyorum, o küçücük Parka sadece biz sığmadık, başka bir dünyanın hayalini sığdırdık. İşte bütün sihir burada... Parkı biber gazıyla ve şiddetle işgal edenlerin, ilk önce duvarlardaki yazıları silenlerin, bir katilin ardında bıraktığı izleri yok etmesi gibi bize ait her şeyi yok edenlerin korktuğu şey tam da bu: başka bir dünya hayali!
Ancak unutuyorlar, korkunun ecele faydası yok. (AS/HK)