Daha önceki yazımda[1] Gezi Direnişi’nin bütünleşik ideolojik tüm formlara karşı gelerek farklı kimliklerin biraraya toplandığı bir insan hakları hareketi olduğundan bahsetmiştim.
Gezi’nin hak yönü, daha farklı bir ifadeyle, hak(lı) yönü çoğulcu talepler ya da kamusal mekân gibi siyaset biliminin diğer önemli kavramları ardında biraz gizil kaldı gibi geldi bana. Bu konuyu farklı bir tartışmanın nesnesi yapmak üzere bugün, burada direnişin hepimize açık/anti-kapitalist/imtiyaz karşıtı vurgusunu korumanın ne kadar önemli olduğundan bahsetmeye çalışacağım.
Kürt hareketinin kendi meşruiyetini sağlama çabası, bilindiği gibi, 1990’ların sonundan itibaren gerçekleşmeye başladı. Bu çabanın merkezinde dönemin Kemalist milliyetçi-muhafazakâr sentezinin ötesine geçerek kamusal alanda düşünce, ifade ve örgütlenme haklarını garanti altına almak vardı.
Bu dönemden itibaren sırasıyla Kürtlere tanınan anadilde basın-yayın, düşünce ve ifade, kamusal alanda gösteri/protesto yürüyüşü düzenleyebilme hakları yavaş ve tartışmalı da olsa toplum genelinde kabul görüp benimsendi.
Böylece Kürt hareketinin temsilcisi olan yazar, aydın ve siyasi tabakalar gündeme geçerlilik iddialarını daha rahat taşıdılar, toplumsal olarak provokatif denebilecek birçok konuda Sivas katliamı, Kürt Barış süreci, Öcalan görüşmeleri, Alevi açılımı vb. kendi kimlik pozisyonlarını netleştirme imkânına sahip oldular. Bu özgürlüklerin tanınması zamanla Kürtlere kamusallığın kapılarını açtı, bu mecrada kendi davalarını savunma/kimlikleriyle örgütlenme hakkını tanıdı. Böylece toplum nezdindeki zımni olarak onaylanmış olumsuz imgelerini düzeltmeye başlayan Kürt hareketi, hep birlikte eşit ve özgür yaşayabileceğimiz kamusal alana destek olmaya çalıştı. Bu süreçte kendilerine Kürt entelektüelleriyle beraber birçok Türkler dâhil, farklı kimliklerden aydın, yazar, sanatçı da destek verdi. Dönem dönem bu süreç "terör" olayları aracılığıyla kesintiye uğrasa da kamusallığın tarafları barışa olan inançlarını yitirmediklerini şahsi düzeyde de olsa dile getirdiler.
Öte yandan, bana göre, son birkaç aydır Kürt hareketinin kamusal tanınma ve ikna sürecinde negatif bir izlek ortaya çıkmaya başladı. Kamusal mecrada Kürt hareketinin taleplerini özgürce dile getirmesi davalarının kabulü açısından onlara pozitif bir geri dönüş sağlamıyordu. Bunda kuşkusuz akil insanların kamuoyunda Kürt hareketine beklenen destek ve güvenilirliği sağlayamamasının, Anayasa tartışmaları, Öcalan’la barış süreci, Gezi Direnişi gibi toplumsal galeyana açık konularda BDP’nin AKP ile yanyana bulunmasının, AKP’nin savunduğu birçok politikaya sessiz de olsa bir destek sağlamasının payı büyüktü. Bu durum BDP’nin hem AKP karşıtı hem de milliyetçi hassasiyeti olan kanatları karşısına almasına, dolayısıyla sahip olduğu kamusal arkaplanı biraz daha zayıflatmasına neden oldu.
Ernesto Laclau ve Chantal Mouffe, “Hegemonya ve Sosyalist Strateji” isimli çalışmasında siyasal kimliklerin bu çeşit toplumsal sıkışma anlarında, başka bir deyişle antagonizma ile yüzleştikleri anlarda, kendilerine eşdeğer söylemsel eklemlemeler bulmaya çalışarak bu durumdan çıkmaya çalıştıklarından bahseder. Buna göre kimlikler kurdukları denklik ilişkileri sayesinde yeni bir moment oluşturarak, yeni bir söylemsel eklemlenmenin parçası haline gelirler. Bu eklemlenme onlara kendi tikel talep ve iddialarını daha rahat dile getirebilme olanağı sağlar. Böylece farklı kimlikler farklı söylemsel pozisyonlardan yeni eklemlenmelere taşınarak toplumsalın alanında bir “dikiş” meydana getirirler. Başka bir deyişle, eğer bir kimlik kendini kamusal alanda temsil edemeyecek düzeyde bir limitle yüzleşmiş ve bu limit yüzünden sıkışmış ve baskı altında hissederse, bu durumdan kendi kimliğini denklik kurduğu yeni söylemler üzerinden yeniden tanımlayarak çıkabilir. Artık bu kimlik, yeni bir kimliktir ve bu yeni söylemsel eklemlenme üzerinden öncekinden bağımsız olmayan ama daha farklı yeni bir anlam kazanmıştır. Burada limitten kastımız, antagonizma, başka bir deyişle “toplumsal objektivitenin sınırı… Wittgenstein’in deyimiyle dil ile erişilemediği için gösterilemeyendir… bilincin dil ve toplumun nüfuz edemediği bastırılan kısmıdır.”[2]
Kürt hareketinin yüzleştiği antagonizma yıllarca yaşanan kayıpların toplumsal hafızada yarattığı kökleşmiş bir Kemalist hassasiyettir. Ne kadar dile getirilmese de her üzücü "terör" olayı toplumsal bilinçte bastırılmış bu şiddeti su yüzüne çıkarmaktadır. Gezi direnişi bu tepkiyi kadın, işçi ve azınlık hareketleriyle beraber tekrar gündeme getirmiş, bazı kaynaklarda Gezi Direnişi ve Cumhuriyet mitingleri arasında eksik ve yanıltıcı görüşler bile paylaşılmaya başlanmıştır.[3]
İşte Barış ve Demokrasi Partisi (BDP) Gezi olayları sonrasında bu hassasiyetle yani toplumsal ve linguistik bir antagonizmayla yüzleşmiş, kendi lehine bir toplumsal ikna sürecini işletebilmek için kendini “evrenselleştirerek” yeni bir momente tutunma ihtiyacı duymuştur. Bu amaçla Kürt hareketi Gezi Direnişi’nin söylemsel alanına nüfuz ederek burada kendi ile eşdeğer ilişkiler kurabileceği momentlerle ki bunlar insan hakları söylemleridir, yeni bir Kürt kimliği oluşturmaya çalışmaktadır. Bu durumun örneklerini çeşitli dergi ve gazetelerde Kürt direnişi ve katliamlarıyla aynı manşetten verilen alkol yasağı karşıtı, kadın ve çocuk hakları yanlısı haberlerle görmek mümkündür. “Ne var bunda çok normal” dediğinizi duyar gibiyim.
BDP’nin kendi davasına kamusal alanı ikna etme çabasının yeni söylemsel eklemlenmelerle beraber gideceği aşikâr. Fakat burada sorun şu: Kürt kimliği davasına kamusal alanda meşruiyet kazandırmaya çalışırken kadın, işçi, çocuk hakları gibi mevzuları tam anlamıyla benimsemek yerine onları pragmatik bir söylemsel eklemlenmenin kurbanı yapmakta. Öyle ki Kürt hareketine karşı gerçekleştirilen bilinçli ve sistematik “devlet terörü”nü kabullenmek, kamusal alanda diğer hak ve özgürlükleri koruyabilmenin temel şartı haline gelmekte. Bu yolla Kürt kimliği kendini ayrıcalıklı hâkim kimlik haline getirmekte, kendi üzerinden Gezi muhalefetini yeniden tanımlamakta. Bu durum belki kamusal alanda Kürt hareketine beklediği tanınmayı getirebilir ama karşılığında Gezi Direnişi’nin söylemsel alanını tüketerek Türkiye’de senelerdir görmediğimiz biçimde bütünleşik gerçekleşen işçi, kadın, azınlık, çocuk hak ve özgürlüklerini biraraya getiren Gezi söylemi için sindirici / güçsüzleştirici / dışlayıcı bir etki yapacaktır. Bu açıdan bakıldığında AKP’nin sindiremediği muhalif hareketi BDP sindirmekte, Kürt kimliği hegemonik siyaset söyleminin bir malzemesi haline gelmektedir.
Özgürlükçü söylemin böylesine zor kurulduğu toplumumuzda bu durumun ilk Kürtler tarafından fark edilmesi, kendi kimliklerini savunmayı kamusal alanda insan haklarını savunmanın temel şartı haline getirmeyi bırakmaları başka bir deyişle, “her yeri Diyarbakır” gibi görmek yerine, kendi söylemlerini Gezi söyleminin içerisinde güçlendirerek ilerlemeleri gerekiyor. Aksi takdirde bazılarının “daha eşit” olduğu bu toplumdan çıkma şansımız kalmayacak. Hak ve özgürlüğün belli kesimlere yok sayıldığı bir kamusallıkta yaşamanın ne kadar güç olduğunu herkesten iyi Kürtler biliyor olsa gerek. (DA/HK)
[2] Ayrıntılar için, bkz. Laclau, Ernesto ve Mouffe, Chantal, “Beyond the Positivity of the Social: Antagonisms and Hegemony”, Hegemony and Socialist Strategy, 2. Baskı, London, New York: Verso Books, 2001: 122-127.