Türkiye'de yakın dönemde klasik uzlaşmacı siyasetin sonlanmasıyla birlikte toplumsal ibre artık bir uzlaşma zemini aramaktan çok bir uzlaşamama zemini oluşturma çabasına doğru yöneldi. Bu yazıda klasik uzlaşma kavramından kastettiğimiz, hükümetin Alevileri kendi uygun gördüğü “görev ve algı dağılımı” içerisinde bir yere yerleştirmeye çalışması.
Uğur Kurt’un cemevi avlusunda vurularak öldürülmesi olayı sonrasında daha da belirginleşen AKP’nin Alevi açılımı konusundaki çekinceli ve dışlamacı tavrı klasik uzlaşmacı siyasetten ne derece uzaklaştığının belki de bu sözleri ne derece retorikleştirdiğinin ifadesi. Cemevi olayı bu anlamda AKP'nin yakın zamanda neo-muhafazakar İslamcı tutumunu en bariz şekilde ortaya koyduğu olaylardan biri olarak uzun süre hatırlarımızda kalacak. "Uzlaşmama siyaseti" olarak adlandırabileceğimiz bu siyasette daha rahat bir birlikte yaşam ancak her iki tarafın kendi yaşam algılarındaki hataları görüp bu algılardaki tabu, sorun ve sıkıntıları paranteze alabilmeleriyle mümkün. Bu haliyle Aleviler için özel bir hak ve özgürlük pakedi bile hazırlanıyor olsa, bu onlar için razı olmak durumunda oldukları bir hak sözleşmesi, AKP içinse post-İslamcı yapısına eklemlenecek tavizlerden ibaret olacak.
Öte yandan bana göre Alevi kimliği, hiçbir zaman şu anki kadar zor bir dönemden geçmedi. Özünü hümanizme ve diyaloga dayandırmış, tartışmayı retorik bir atışma olarak gören bir kültürün, böylesine "uzlaşmama" ve dışlama söylemi üzerine kurulu post-İslamcı bir siyasette bırakın tartışmayı AKP'nin dilini kullanmadan söz bile söyleyebilecek bir durumunun olduğunu düşünmüyorum. Bu da nasıl bir hak ve özgürlük pakedi öngörülürse öngörülsün bu sistemde Alevilerin konuşmakta bir hayli güçlük çekeceklerini gösteriyor.
Nitekim AKP'nin Uğur Kurt’un cemevinde öldürülmesi olayını tekil bir sabotaj eylemi olarak okuması, medyanın cemevinin "kutsal niteliği"ni dile getirmeden salt vurulma aktine yoğunlaşması ve her iki kesimin de bu vurulma eylemiyle cemevlerinin "tekin olmayan" ibadethaneler haline geldiğini vurgulamaması Alevilere yönelik mevcut algının bu algıyı paranteze almaktan çok iktidarın algısı içerisine çekmek üzerinden ilerlediğini gösteriyor. Daha önce benzer tepkilere Alevi evleri kapılarının işaretlenmesi, cemevlerinin ibadethane değil de birer kültür merkezi olarak tanınmak istenmesi, Madımak Oteli'nin müze değil de bir anıt mezar haline getirilmesi olaylarında da rastlamıştık.
Hükümetin Aleviler'e karşı aldığı bu tutum aynı zamanda Alevilerin ve Alevilik inancının bu ülkede kamusal alanda tek resmi ibadet alanı olarak tanınan mescit ve camilerin dışında bırakıldığının dolayısıyla gerekli saygıyı görmediğinin de bir kanıtı. Cemevindeki vurulma olayı birçok gazete tarafından "hazin bir olay" olarak nitelendirilirken kimse olay sonrasında bu alanların "devletin resmi ibadethaneleri altında salt kültürel niteliği korunmadığı sürece" ibadette bulunmanın güvenli olamayacağı alanlar haline geleceğine değinmedi. Oysa Alevilerin AKP iktidarından en önemli isteklerinden biri cemevlerinin ayrı bir ibadethane olarak devlet tarafından tanınması idi.
AKP iktidarının üç senedir kısmen gözardı ettiği yukarıda bahsettiğimiz olaylar zinciri hükümetin Aleviler ile arasında klasik uzlaşmacı anlayışa uygun bir çözümü gitgide daha az mümkün kılmaya başladı, AKP’nin Alevileri "mevcut görev ve algı dağılımı" içerisinde bir yere oturtmaya çalışması örneğin cemevlerinin cami, mescit gibi birer ibadethane olarak değil de kültürevi olarak tanınmaya çalışılması gibi Alevileri resmi hükümet algısı altına alacak alan çözümlerin şu noktadan sonra aradaki uzlaşmazlığı olumlayacak çözümler olup olmadığı bir miktar belirsiz.
Kesin olan bir nokta varsa o da AKP ve Alevi kesimler arasındaki uzlaşmazlığın bu düzeye gelmesinde Türkiye'deki polis toplumu anlayışının gelmiş olduğu kuralsız ve keyfi düzeyin büyük bir payının olduğu. Normal koşullar altında polis toplumunda kamu güvenliğini sağlamakla görevli polisin Türkiye’de gitgide “yasa koyan ve yürüten” bir “özel görev kuvveti” haline gelmesi Gezi öncesi Alevi halkının”sembolik”, Gezi sonrası “fiziksel” şiddete maruz kalmasına sebep oldu. Özellikle son birkaç ay içerisinde görünürlük kazanan bu durum aslında üç dört senedir çeşitli işlemeyen aşağıdan ve yukarıdan kontrol mekanizmalarının -Danıştay, Anayasa Mahkemesi, Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu, insan hakları dernekleri, çeşitli sivil toplum kuruluşları gibi- tamamen hükümetin kontrolü altına girmesi ve böylece AKP’nin istediği yasa değişiklikleri ve kamusal alanın saflaştırması projesini rahatça uygulamaya koyabilmesi sonucu hükümeti dengeleyecek karşı kamu kurumları ve sivil kuruluşların devre dışı kalmasının sonucu gerçekleşti.
Bu duruma ek olarak Polis Vazife ve Salahiyet Kanunu’nda AKP döneminde yapılan değişiklikler polise, keyfi güç kullanabilme, “kanuna aykırı” bulduğu eylemlerde "kamu güvenliği" adı altında şiddete başvurabilme ve "mevcut" güvenliği tehlike altında gördüğü yer ya da durumlarda herhangi bir uyarıda bulunmaksızın cop, biber gazı, ateşlemeli silah vb. aracılığıyla koşulsuz asayişi sağlama yetkisini verdi. Daha detaylı açıklamak gerekirse, Polis Vazife ve Salahiyet Kanunu 4. Maddesi’nin A Bendi ve 16. Maddesi’nde 2007 senesinde yapılan değişiklikler polisin durdurma, kimlik sorma ve silah kullanmasına dair yetkilerinde bazı önlemleri ağırlaştırma yoluna gitti. Buna göre polis Kanun’un 4. Maddesi A bendindeki değişiklikle suç veya kabahatin oluşabileceği muhtemel durumlarda maddi ya da manevi tehlikeyi önlemek amacıyla kişilere ya da araçlara kimlik sorma ya da durdurma yetkisine, yine aynı Kanun’un 16. Maddesiyle direnişi kırmak amacıyla ön uyarısız güç ya da kaçan bir suçluyu yakalayabilmek için keyfi silah kullanabilme yetkisine sahip oldu.
Gezi sürecinde tanık olduğumuz keyfi tutuklamalar ve gözaltılar ise polisin özel bir izne gerek duymaksızın gerçekleştirebildiği üst arama, kimlik sorma, durdurma gibi gündelik eylemlerinden biri haline dönüştü. Her ne kadar 17 Aralık operasyonu sonrası yapılan değişiklikler polisin gözaltı ve tutuklama gerekçelerini “makul sebepler”den “kuvvetli somut delillerin varlığına” sınırlayarak bu duruma bir çözüm getirmeye çalışsa da polisin “yasa koyma girişimi”ne çok etkide bulunabilecekmiş gibi gözükmüyor. Örneğin, Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu’nun 24. Maddesi bir toplantı veya yürüyüşte "kanuna aykırılık" ve zora başvurma kriterlerini son derece muğlak tanımladığı için yeni gerçekleştirilen bu değişiklik geçersiz kılınabilir. Başka bir deyişle polis artık bu ülkede öyle varlığı görülür, hissedilir, "kendi hukukunu kendi yaratan" bir aktör haline geldi ki tekil tutuklama, gözaltı veya zor olayları sözkonusu olduğunda yasayı sıfırdan düzenleyebilecek kadar yeniden üretebiliyor. Çoğu zaman kimin nerede, ne kadar ve nasıl yaşayacağı bile polisin yetki alanına giriyor.
Jacques Rancière “Uzlaşmazlık” isimli çalışmasında “polis” kavramını ele alırken, “polis”in işte bu iktidara ek “kendi hukukunu yaratan” işlevini ön plana çıkararak tarihte polis kavramının eski Yunan şehir devletlerinden beri gelişimini takip ediyor. Devletin yaptırım gücü olarak polisin, polis toplumunun “kendi algı ve görev dağılımını korumakta ısrar eden devlet” anlayışının bir sonucu olarak hızla güç kazandığını vurguluyor.
Polis toplumunun “mevcut görev ve algı dağılımını” kendisine karşı gelen tehditlere aşırı savunma çabası ise bir çeşit aşırı şiddeti tetikleyen bir polis aktörünün gelişmesini sağlıyor. Eski Yunan’dan bu yana polis toplumlarının kendi algı ve görev dağılımını korumaktaki bu ısrarı aynı zamanda kendi varlığını tehdit eden polis şiddetini de meşrulaştırıyor. Hatta bu durum günümüze doğru gelindikçe istisnai olan şiddet kullanımını normalleştiriyor, polis toplumunu zamanla “polis devleti” haline dönüştürüyor. Bu açıdan bakıldığında AKP'nin polis aracılığıyla kullandığı şiddet, kendi post-İslamcı algı ve görev dağılımını korumak için toplum üzerinde daha ne kadar şiddete başvurabileceğini gösteriyor.
Öte yandan Rancière, her ne kadar her demokrasinin temelinin uzlaşmazlığa dayanması sebebiyle dönem dönem her devletin şiddete başvurmak durumunda kaldığını ifade etse de, her iktidarın kendi “evrensel” algı ve görev dağılımını korumak için “polis devleti”ne dönüşmediğini de ekliyor. Demokratik “polis” anlayışının “polis devleti”ne dönüşme olasılığı arttıkça toplumdaki uyuşmazlık devletin sıkça başvurduğu cebir tekeli sebebiyle tırmanıyor, sistemdeki hata, eksik ya da yanlışları gösterecek kesimler “görünmez ve duyulmaz” hale geliyor. Bu durumsa politikanın tamamen kaybolmasına, politika yapacak “sesi duyulmayan ve görülmeyen” kesimlerin ağır bir baskı ve şiddete maruz kalmasına sebep oluyor. Çünkü politika ancak bu kesimler konuşabilirse, kamusal alanda görünür olabilirlerse mümkün. Bu nedenle polis devletlerinde bu kesimler seslerini duyurabilmek için tek çözüm olan radikal eylem yoluna başvuruyorlar.
Die Zeit’in aktardığı kadarıyla yaklaşık otuzbin Alevi’nin "hükümeti net olarak istemediğini söylediği” 24 Mayıs'taki Köln yürüyüşü bu anlamda Alevilerin bu ülkede Kemalist “polis” anlayışından beri “belirli bir uzaklıkta durduğu sürece saygı duyulan fakat istenmeyen” kesimler olmaktan çıkarak “görünür ve duyulur olmayan” kesimler olmaya “terfi” ettiklerinin böylece net bir politik aktör haline geldiklerinin göstergesi. Eylem aynı zamanda en azından büyük bir kısım Alevinin hükümete karşı net bir tavır alarak özür, taviz ya da klasik anlamda “uzlaşma” fikriyle ilerlemek istemedikleri anlamına da geliyor.
AKP'nin bu duruma karşı almış olduğu tutum ise Alevilerin gösterdikleri yanlışları ya da eksiklikleri görmek yerine eski fikir ve inanç ayrılıklarını sürdürmek, tam da Rancière'in bahsettiği haliyle "polis toplumu" anlayışını devam ettirerek onlara post-İslamcı düzen içerisinde bir yer biçmek yönünde. Böylece AKP ve Alevi kesimler arasında, iktidarın eskiden beri sürdürdüğü “gelin uzlaşalım” temelli klasik uzlaşmacı anlayış terkedilerek yukarıda bahsettiğimiz olaylar süresince - yaklaşık üç senedir - bir uzlaşmazlık dönemine girildi. Şu anda gördüğümüz şiddet olayları ise, eğer tırmanmaya devam ederse, AKP ve Alevi kesimler arasında Rancière’in ifadesiyle yeni bir aşamaya geçildiğinin göstergesi. Bu durumu Alevilere toplum içinde yöneltilen “sembolik şiddet” ile gerçekleşen “polis devleti” anlayışı açıklıyor. Başka bir ifadeyle, Aleviler ve AKP arasındaki uzlaşmazlık son dönemde yeni bir boyuta taşındı; “polis toplumu” yerini iyice “polis devleti” tavrına bırakmaya başladı. “Polis devleti”nde de bir “algı ve görev dağılımı” olduğu iddia edilebilir elbette ama bulunan çözümlerin pek de politik olduğu söylenemez.
O halde olumsuz olmayan anlamıyla polis devletinde politikanın varolabilmesi için iktidarın "güç fikrinden" yani politikanın kendi söyleminden ibaret olduğu düşüncesinden, Alevilerin ise "reform" fikrinden yani toplumdaki mevcut görev ve algı dağılımında talep etmedikleri bir yere yerleştirilmekten kaçınmaları gerekiyor. Başka bir deyişle, AKP’nin Aleviler'in tamamen farklı bir algıya sahip olduğunu ve bu algının farklı bir sorumluluğu beraberinde getirdiğini, Alevilerin ise mevcut durumda kendi algılarını çekincesiz ortaya koyabilecekleri net bir duruşta bulunmalarının zorunlu olduğunu kabullenmeleri gerekiyor.
Alevi kültürü ve düşüncesinin bu toplumda maruz kaldığı baskı ve dışlanmanın “klasik anlamda uzlaşmayla” çözülemeyecek bir uzlaşmazlık olduğuna AKP’nin çoktan kanaat getirmiş olduğunu ümit ediyorum. Bu noktada şiddete başvurmak yerine Alevilerle ortak bir dil kurularak diğer tüm "konuşabilen" kesimler gibi (buradaki hakiki kelimesini özcülükle eleştirilmemek için kaldırdım) bir eşitliğe sahip olabilecekleri bir “birlikte yaşam” fikri üzerinden hareket edilebilir. Fakat bu koşullar altında bile kurulacak olan dil özür, taviz ya da “klasik uzlaşma” anlayışından çok AKP’nin kendi post-İslamcı duruşunu bir doktrin olarak görmekten vazgeçerek kendisiyle yer yer taban tabana zıt olan Alevi anlayışına hem kendi söyleminde hem de toplumda yer açabilmesiyle mümkün olabilir diye düşünüyorum. (DA/HK)