Bu yazıyı yazmadan önce ilk olarak Hüda Kaya'nın "Türkiye Feminizmi ve Aile Karşıtlığı"[1] başlıklı, daha sonra Karin Karakaşlı'nın "Neyi Muhafaza Ediyoruz"[2] başlıklı yazısını okudum. Bu nedenle yazıma Karin Karaşlı’nın "muhafaza" kavramını tanımlaması ile başlamak istiyorum.
Karakaşlı'ya göre, "Muhafaza etmek, ‘değer’ kategorisi altında kimi belirleyici yapıları konserve suyuna atıp dokunulmaz ilan etmeye yeltendiğinde, hayatın da durağanlaşması ve bataklığımızda debelenmemiz kaçınılmaz". Başka bir deyişle, değerleri sebze meyve gibi muhafaza etmeye çalışmak onları eninde sonunda içinden çıkamayacağımız kadar karmaşık hale getirir.
Bense bu yazıda bu iki yazıda yapılan muhafaza(karlık) tartışmasını bir üst soru altında toparlamak istiyorum: "Aileyi muhafaza mı, muhafazakar aile mi?"
Bilindiği gibi, muhafazarlık en basit haliyle "geleneksel kurum ve pratiklerin korunması". Öte yandan neo-liberal muhafazakarlığın seyrine baktığımızda, aile değerlerinin putlaştırıldığını, içeriklerinin belirlenerek topluma dayatıldığını görüyoruz. Bu noktada bana göre muhafazakarlık tanımlarını yeniden tartışmaya açmak gerekiyor.
Bir şeyin muhafaza edilmesi onun doktrine edilmesine eşdeğer midir? Örneğin, çok sevdiğiniz bir düşünceyi yayabilmek için sabitleyip tartışmaya kapalı hale getirir misiniz?
Tam da bu noktada hem Karin Karakaşlı'nın hem Hüda Kaya'nın Heinrich Böll Stiftung Derneği (HBSD) tarafından düzenlenen ‘Başka Bir Aile Anlayışı Mümkün Mü?’ isimli konferansa bakış açısını yeniden değerlendirmek gerektiğini düşünüyorum. Gördüğüm kadarıyla, konferans alternatif yaşam biçimlerine ve bu biçimler üzerinden klasik aile tanımlarını yeniden tanımlamanın mümkün olup olmadığına yoğunlaşıyor.
Türkiye'de an itibariyle sistemin tüm dayatmalarına karşı binbir güçlükle hayatta kalmaya çalışan kesimlerin hak ve özgürlükleri üzerine yoğunlaşması bu konferansı oldukça değerli kılıyor. Hüda Kaya ise bu konferansta, aile kavramına yeteri derecede önem verilmediğine, aile fikrinin kendisine karşı çıkmanın Türkiye'de son dönemde gerçekleşen Cumartesi Anneleri ya da Roboskili ailelerin acılarını anlamamıza engel olabileceğine değiniyor.
Karin Karakaşlı ise, kutsal olarak ele alınması gerekenin, konferansla paralel doğrultuda, "ailevi kutsal değerler" değil adalet ve özgürlük talepleri olduğunu söyleyerek, adalet ve özgürlüğe inancımız yokolmadığı sürece aile ya da annelerin acılarını anlayabilmek için illa bir anne veya aile olmak gerekmediğini, insanlığın dilinin ortak olduğunu vurguluyor.
Öte yandan Hüda Kaya'nın feminizmin yıllardır iyi vatandaşı muhafaza ettiği için dayatmacı bularak eleştirdiği geleneksel ataerkil aile kavramını yüceltmeye çalışmasını yersiz buluyor.
Bu tartışmada, bana göre net olmayan bu konferans aracılığıyla "aile değerlerine yeterince saygı duyulmadığını, aile karşıtlığının çeşitli manevi değerleri yokettiğini" mi yoksa "geleneksel ataerkil evlilik anlayışının tek meşru biçim oluşuna karşı adalet ve özgürlükten yana olduğumuzu" mu savunduğumuz.
İlk düşünce aile değerlerini muhafaza ederken kısmen muhafazakarlaştırıyor, ikincisi ise aile kavramını muhafaza etmezken, alternatif yaşam biçimlerini metaforik olarak "muhafazakarlaştırıyor". Bana kalırsa bu iki görüş arasında bir uzlaşma sağlamak mümkün.
Aile değerlerini korurken özgürleştirmek
Aileyi Koruma Kanunu, temel ailevi değerleri incitmeden, aile bireylerinin maddi ve manevi refahını güvence altına alarak, bireylerin aynı çatı altında temel hak ve özgürlükleri zarar görmeden yaşayabilmesini sağlamayı amaçlıyor.
Aileyi muhafazakarlaştırma operasyonu ise, ailevi değerleri sabitleyip tartışmaya kapayarak bireylerin hangi koşullar altında olurlarsa olsun bu değerlere boyun eğmelerini hatta bu uğurda kendi hayal ve ideallerinden vazgeçmelerini istiyor. Bu değerlere hizmet etmeyen bireyi ve tercihlerini değersizleştiriyor, uç durumlarda bu bireylerin ailelerine aidiyetlerini sorguluyor.
Oysa aile hak ve özgürlük talepleriyle ayakta kalan, bu taleplerle uyum içerisinde anlama ve anlaşmanın kalıplarını oluşturabildiği sürece üyelerine yol gösterebilen bir kurum. Aileyi muhafazakarlaştırmak bu nedenle bireylerin kendi hayatlarına dair danışabilecekleri, sıkıntılı zamanlarında sığınabilecekleri, kendi yaşam tercihleri hakkında referans alabilecekleri bir temel kurumu ellerinden almak anlamına geliyor.
Onun yerine, bireylere koşulsuz şartsız boyun eğmeleri her tercihlerinde en üste koymaları gereken doktriner bir değerler bütünü veriliyor. Birey hak ve özgürlüklerine saygı duyulmuyor, bireyi kendi yaşamının sorumluluğunu almak şartıyla özgür bırakmak yerine, sorumluluğunu taşıyamayacağı bir toplumsal yükün altına itmek tercih ediliyor.
Bağımsız iletişim kurumlarının (gençlik kuruluşları, sığınma evleri, sosyal merkezler, sivil örgütlenmeler vb.) yokluğunda bu durum bireyin hak ve özgürlüklerini koruyabilmesi için elinde hiçbir dayanak noktasının kalmamasına sebep oluyor. Bu durumun bir sonucu olarak Türkiye'de aile değerlerine uyum sağlayamayan, sağlamak istemeyen ya da farklı düşünen tüm bireyler yapayalnız ve kendi toplumlarına yabancılaşmış biçimde yaşamak zorunda kalıyor, "marjinal" olmakla yargılanıyor.
Bu nedenle aileyi muhafaza etmekten anlamamız gereken, her ne olursa olsun aile kavramını yüceltmek olmamalıyken, muhafazakar aileden anlamamız gereken aile kavramının doktrine edilmesi olmamalı. Konferans başka bir aile mümkün mü sorusunu yöneltirken alternatif hayatların hak ve özgürlüklerini tanımak ve saygı duymak şartı ile aile fikrini bu alternatif hayatlarla nasıl uzlaştırabileceğimiz üzerine kafa yoruyor.
LGBT ya da feminist toplulukların da, aile fikrine karşı olduklarını iddia ederlerken, bütünüyle bir aile fikrine değil, dünyada ve Türkiye'de aile kurumunun geldiği doktriner ve çifte standartlı yapıya karşı durduklarını gösteriyor.
Örneğin, bir yandan ailevi değerler ve evlilik yüceltilirken, diğer yandan çok eşli evliliğin normalleştirilmesine, doğrulması gereken çocuk miktarının belirlenmesine, kocanın nasıl aile reisi olduğu ve ona nasıl boyun eğilmesi gerektiğinin özellikle altının çizilmesine karşı duruyorlar.
Yoksa gitgide yaşlanan nüfus ve dayanışmacı değerlerin tüm dünyada yükselmesiyle ailenin ve geleneksel değerlerin ön plana çıktığını hepimiz biliyoruz. Madem, tüm dünyada olduğu gibi, aileyi bir değer olarak muhafaza etmek istiyoruz, yukarıdaki açıklamaların yapıldığı bir toplumda böyle bir değeri muhafaza edebilir miyiz? Nerede ne yapmamız nasıl yapmamız bu kadar net dayatılırken geriye aile diye bir değerin kalması mümkün olabilir mi?
O halde esas soru, aileyi muhafaza ederken özgürleştirebilir miyiz?
Bireylerin hak ve özgürlüklerini aile içinde ve dışında tanıyıp kabul ederken hem ailevi değerleri hem de toplumda bu değerlerin dışında yaşayan grup ve toplulukların hak ve özgürlüklerini muhafaza edip özgürleştirebilir miyiz? Ara kurumlar, yardım ve destek kuruluşları, sosyal ve psikolojik danışmanlık hizmetleri, pozitif ayrımcılık ve haklar bu amaçla varlar. Dilerim bu ülkede tüm hayatlar için böyle bir dilekte bulunma hakkı vardır çünkü ben onu seçeceğim. (DA/HK/ÇT)
* Damla Altun, ODTÜ, Siyaset Bilimi Bölümü