Son birkaç haftadır gündemimizin en önemli konusu olan Gezi Direnişi ekonomik kaygıları baskın bir kamusal meydan hareketi midir? Bu yazıdaki amacım, kamusal alanda bir sivil direniş hareketi olarak görebileceğimiz Gezi Direnişi'nin ekonomik kaygıları olsa da son aşamada siyasi niteliği baskın çıkan bir hareket olduğunu göstermek ve bu hareketin altyapısını kısa bir analize tutmak.
Konuya Nilüfer Göle'nin bir gözlemi ile başlamak istiyorum. Nilüfer Hanım'a göre Gezi Direnişi, "Gezi Parkı'nın ortasına AVM inşa edilmesi, İstanbullular gözünde kamusal alanın, vatandaşa açık mekanın özel sermayeler tarafından istimlak edilmesinden başka bir şey değil."[1] Başka bir deyişle, kamusal alanda Gezi Direnişi bir geç kapitalizm eleştirisi olarak okunabilir.
Ülkemizde AVM kültürünün tüketim ve eğlencenin sözlük karşılığı olduğu düşünülürse Gezi Direnişi'ni gerçekten de kapitalizme bir tepki hareketi olarak görmek mümkün fakat bu hareketin siyasi kaygılarını gözardı etmek anlamına gelmemeli. Bunun için iki aşamalı bir yapı[2] öne sürülebilir: İlki, hareketin, kaynakların eşit dağılmamasına bir tepki olarak gerçekleşmesi. Gezi direnişine katılanlar arasında en büyük kesimi öğrenciler, işçiler, sanatçılar gibi AKP dönemi politikalarında kendini ekonomik olarak en dışlanmış hisseden kesimler oluşturuyor. Normal koşullarda bu grupların ekonomik olarak söz hakkı sahibi olmak istemesi nedeniyle toplandıklarını söylemek mümkün. Fakat bu grupların istedikleri söz hakkı, para, güç, etki vb. araçlarla yoksayıldığı ya da istenmediği için, talepleri daha çok siyasi mekanizmalara yöneliyor. "Çapulcu" deyiminin tüm direnişçiler arasında rahatsızlık uyandırması ve siyasi olarak alt-üst edilerek Gezi terminolojinin bir simgesi haline gelmesi de bu yüzden. Benzer bir şekilde “ayyaş” deyimi de yine bu grupların onaylamadığı, AKP’nin son beş altı senedir hayata geçirmeye çalıştığı bir grup kültürel yasağa atıfta bulunuyor ve sahipleniliyor.
İkinci olarak, Gezi direnişçileri kendi kimliklerinin tanınmasını istiyorlar. Başka bir deyişle, Anayasal mekanizmalar tarafından garanti altına alınmayan, buna ek olarak toplumsal olarak da dışlanan haklarını talep ediyor, toplumun bir parçası olmak istiyorlar. Bu nedenle Gezi Direnişi’nin kendine has bir siyasi karşı-söylemi var. Bu söylem sistemdeki para, güç ve etki ile AKP hükümetinin adaletsiz, keyfi ve ayrımcı uygulamalarına yoğunlaşıyor. Bu uygulamalar içerisinde 4+4+4, yargı paketleri, yeni sınav ve yerleştirme sistemleri kadar aile, kadın ve sanat politikaları, yeme-içme kültürü gibi yasaklar da var. Örneğin Kürtlerin kültürel ve sosyal hak talepleri, Aleviler'in eşit yurttaşlık talepleri, 4+4+4'ün eğitim ve din ve vicdan özgürlüğünü kısıtladığı eleştirileri, öğrenci ve sanatçıların yaşam alanı talepleri vb. talepler genel birer “insan hakları” talebi olarak düşünülebilir. Bu da Gezi hareketini bir “hak hareketi” haline getirmekte, tüm hak talepleri gibi siyasi bir zemine oturtmakta. "Taksim Dayanışması"nın ifade ve örgütlenme özgürlüğü talebi ise, tüm bu insan hakları taleplerinin kesişim noktası çünkü ifade ve örgütlenme özgürlüğü olmadan bahsettiğimiz taleplerin hiçbiri ile bu grupların kamusal alanda gerçekleştirmek mümkün değil.
Son olarak, Gezi Direnişi’ni yaşam alanlarımızın işgaline bir tepki olarak okumak mümkün çünkü Gezi Direnişi temel direniş noktası olarak kendine AVM kültürünü almış durumda. Tüketim kültürünün bir eğlence gibi yaşandığı AVM'ler Türkiye'de genç-yaşlı, fakir-zengin her kesimin salt gündelik ihtiyaçlarını karşıladığı yerler değil, birer eğlence, vakit geçirme aracı ve yapay bir kamusal alan. Herkesin herhangi bir diyalog ya da duruştan yoksun olarak yüzyüze gelip, modayı, gündemi, son trendleri takip ederek katıldığı alanlar. Nasıl giyineceğimiz, ne alıp satacağımız, ne yiyip içeçeğimizden tutun, nasıl eğlenip, neler konuşacağımız, nasıl kitaplar okuyacağımıza kadar birçok şey AVM dükkanlarında boy boy resmediliyor. Bu durum, yaşam alanlarımızın nasıl işgal edildiğinin yani geç kapitalist endüstrinin seçim ve yaşama hakkımızı nasıl yönlendirdiğinin yegane bir örneği. Gezi eylemi işte kamusal alanın yapaylaştırıp, reklamlara, afişlere indirgendiği kapalı alanlara karşı, açık alanda özgürlüğü, rahatlığı ve serbest seçim hakkını savunan bir direniş. Bu niteliğiyle de her kesime, her isteğe açık.
İşler bir demokraside bu hak hareketini meşru bir "direnme" hakkının parçası olarak görmek mümkün. AKP'nin genel bakış açısı da Gezi Direnişi'ni böyle okumak yönünde. Fakat sorun şu ki, AKP hükümetinin bu talepleri demokratik talepler olarak okumak istemesi, onları birer hak talebi olarak görmesinden değil, bu talepleri demokratik bir uzlaşı adı altında, hakim söylem altında eritebileceği düşüncesinden ileri geliyor. Gezi direnişçileri tam da bu durumu bildikleri ve bugüne kadar talepleri demokratik yollardan karşılanmadığı için hareketi marjinalize ederek hükümetin istifası ya da haklar bildirisi fikrine yöneliyorlar. Her iki durumda da bana kalırsa önemli olan, Gezi Direnişi’nin güç ve baskı alanlarından bağımsız gelişen bir siyasi hareket olduğunun unutulmamasında yatıyor, aksi takdirde tüm bu taleplerin meşru dayanağını yitirmiş oluruz. (DA/HK)
[1] Ayrıntılar için, bkz. Göle, Nilüfer, Gezi: Bir Kamusal Meydan Hareketinin Anatomisi, 06.06.2013, http://t24.com.tr/yazi/gezi-bir-kamusal-meydan-hareketinin-anatomisi/6824.
[2] Kimlik hareketini iki aşamalı olarak inceleyen bu yaklaşımı Nancy Fraser’ın “Redistribution Or Recognition?: A Political-Philosophical Exchange” isimli çalışmasına borçluyum. Bkz. Fraser, Nancy, Fraser, N., & Honneth, A. (2003). Redistribution or recognition?: a political-philosophical exchange. Verso books.