Bir zamanlar Tandoğan Asker Çarşısı’nda yaptığımız[1] bir alan araştırmasında, askerlerle hatıra olarak çekildikleri stüdyo fotoğrafları üzerine konuşuyorduk. Stüdyonun mavi fonu ve bilgisayar marifetiyle, kimi mavi beresini fotoşoplayıp bordo veya siyaha çeviriyor, üniformasındaki yıldızlarla oynuyor, kimi fotoğrafın fonuna kan renginde akan bir nehir döşüyor, kırmızı nehrin dalgalı yüzeyinde bayrağın ay yıldızı Dali’nin eriyik saatleri misali süzülüyordu. Bazı askerler ise fona denize batan gün resmini yapıştırıyor, hatta onun üstüne de nişanlısının batan günü çatlatan güzellikteki gözlerini bindiriyordu. Bere yanlış, gözlerin nişanlıya ait olup olmadığı şüpheli, kızıl nehir fantastik, ay yıldız bayrak çizim ölçekleriyle uyumsuzdu. Olsundu: Neticede mavi bereli genç erbaş hem ailesinin bir evladı, hem ulusun bir neferiydi ve aile albümünü bezeyecek o fotoğraflara yalan demenin mümkünatı kısıtlıydı… Aile ve ulusun hatıra albümünde çünkü mizansenler serbestti, hatta iki kurumun da bekası adına şarttı. Böyleydi; ergen erbaşlar temsiller aynasında bir büyüyor, bir uzuyor, ama asla küçülmüyordu; hep kendilerinden daha fazlaydılar. Sorarsanız, “geceleri huzurlu uyuyorsak”, patates kızartmasını ve evinin perdelerini özleyen bir ergen erbaş sayesindeydi.
Askerlerden biri Güneydoğu’da askerlik yapabilmek için araya torpil koyduğu halde torpilinin işe yaramadığını anlatıyordu hayıflanarak. Düşe düşe Ankara çölüne düşmüştü. Kendisinin deyişiyle askere silah kullanmaya bile izin verilmiyordu burada!... İyi ama niye Güneydoğu’ya gitmek istedin ki diye sorduğumuzda cevabı hazırdı: “Ne bileyim, filmlerdeki gibi orası.” Fotoğrafçının vitrinindeki anonim bir fotoğraf dediğini örnekliyordu adeta: Fotoğrafta bir bordo bereli, çapraz kuşandığı mermiler silsilesi ile bir helikopterden sarkan ip merdivene sımsıkı tutunurken aynı zamanda silahını kavramış, hedefe kilitlenmişti. Güneydoğu’da askerlik böyle olmalıydı; asker öyle düşünüyordu. Güneydoğu savaşın, kanın, acının değil, militarist fantazmagorianın film platosuydu; orada askersen baş kahramandın, herkesi öldürebilirdin, ama sen ölmezdin. Sen ölsen film biterdi zaten, sen ölsen şehit olurdun besbelli.
Biraz sert bir patinaj yapacak yazı şimdi, zira konumuz askerler değil aslında. Erken dönem örnekleri askerlerden vermiş olsak da, asıl konumuz temsiller mecrasının gerçeklik ile fantezi geçitlerimizi daha önce yaşanmadığı ölçüde birbirine bağlaması ile karşımıza çıkan daha radikal özdeşleşme örnekleri.
Nitekim askerlerle görüştüğümüz yıllarda sosyal medya ve dijital yaratıcılığın tahlil ve tahayyül ölçeklerimize bulaştırdığı yenilikler henüz tam anlamıyla gözlenebiliyor bile değildi. Hayat henüz analog akarken, çekingen ve had sınırlarında olmakla birlikte “hayatımı yazsam roman olurdu” deniliyordu örneğin. Fakat doğrudur; o kadar da değil yani!... Edebiyat, kıymetini teslim etsek de söyleyelim, bizi kucaklayacak kadar demokratik değildi, hala da sayılmaz. Kimininki hayat, kimininki yaşantı sonuçta çünkü; pek de yoktu öyle oto/biyografik kıymetimiz. Neyse ki sosyal belleğin analog, hiyerarşik ve homojen aktarım biçimleri yeni dijital dönemeçle birlikte dönüşüm geçiriyor da, belleğin demokratize olmasının keyfine gelerek şunu söyleyebiliyoruz artık: Dijital dönemeçle birlikte artık sadece bazı mühim şahsiyetlerin değil, hepimizin hayatı bir hayat!... Hayatımızı filme alsak illa ki kurtulur kurgu masasında.
Fantazilerin reele hücumu sonuç vermeye başlayalı beri, fazla fazla hayatlar yaşıyoruz. Sosyal medya sayesinde kendi çapında ün sahibiyiz mesela; sıklıkla reji odamızdayız, evimizden resim seçiyoruz.[2] Kapalı devre canlı hayat, sürekli ekranlardayız. Beğenilerle ve yorumlarla doğrulandığı, emojilerle vurgulandığı üzere oldukça kahraman, ziyadesiyle zeki, her daim güzeliz. Sosyal, politik, ahlaki önerilerimizle, kimi zaman cirmi geniş, takipçisi bol bir kanaat önderiyiz. Kendimizi temsil ekranında yenileyen özneler olarak hep kendimizden daha fazlasıyız. Öte yandan bu fazlalık esasen eksiltmeler üzerine bina oluyor; ben ben değilim dersek banal, ben bir başkasıdır[3] deyince felsefi ve poetik…
Fakat bu kendinden fazla olmak hali beklenmedik çıktılar üretmeye başladı bir yandan. Artık aynaya değil, görsel bir repertuara baktığımız şu dönemlerde, bir arzu makinesi olarak filmsel fantazmagorianın uzaktan yüzümüze tuttuğu ayna gözümüzü kamaştırmaya başladı. Ayna eridi; gerek biyoteknolojik gerek dijiteknolojik yeniliklerle birlikte ezberlediğimiz temsillere gıpta mesafesinde kalmakla yetinmiyoruz, onlara göre biçim alıyoruz artık. Kendimizi değil de, düşlediğimizi görüyoruz. Gerçekliklere inanmıyor, inandıklarımızı gerçek sayıyoruz. Hani Nietzsche’ye atıfla, uçuruma uzun süre bakarsanız, uçurum da size bakar ya… Bakan bakılan ilişkisinde bir kayma var, temsil ile gerçek arasındaki duyum matrisimizde delik açıldı[4], o kaçaktan baktığımız filmler de bize bakmaya başladı.
Böylece, gerçekliğin filmsel temsilleri yinelemeye başladığı örneklerle karşılaşmaya başladık. Aynen iplik yedikçe örümcek adam olacağını sanan çocuğun yaptığı gibi.[5] Geldiğimiz noktada görünen o ki, kendine değil temsile duyulan inançtaki radikalleşme toplumsal yaşama metastaz yaptı. Temsil gerçeği daha önce örneklerini görmediğimiz ölçüde biçimlendirmeye başladı.
Bu tehlikeli özdeşleşme, yani gerçek yaşamda bir film karesinin yinelenmesi ile ilgili en dehşet verici örnek IŞİD’in yaptığı bir katliamın görüntüsüydü. IŞİD’in servis ettiği sayısız şiddet içeriklerinden biri olan görüntüde, Amerikalı gazeteci James Foley’in katledilmesi gösteriliyordu. İlginç olan şuydu: Görüntü popüler bellekte yer etmiş bir filme doğrudan göndermede bulunuluyordu. Gönderme sözü hafif kalır. Aslında yapılan, Seven isimli Hollywood kurmaca gerilim filminin finalinden bir sahneyi videografik olarak neredeyse aynen yinelemekti.[6] Görüntü mizansendi ama buz gibi gerçekti. Tüm iktidar mekanizmaları için mizansenin iş görme biçimi ile uyumluydu; topluma yaydığı his kaskatı bir korkuydu.
Bu sahnelemede, temsilin gerçeğe saldırısıydı söz konusu olan. Yani artık temsilden (re-presentation) değil sunumdan (presentation) söz ediyoruz. Biraz ölçeksiz bir benzetmeyle, ürkütücü bir dejavu anını duyumsatan bu ürpertici vaka nezaretinde, sunumlu sofralardan[7] sunumlu cinayetlere doğru bir asma köprüden yürüyoruz.
Tayfun Atay IŞİD’in yaptığını popüler bellek referansları ve “şov olarak terörizm” çerçevesi içinde okuyor, içinden geçtiğimiz nonlineer çağı ise “meşhuriyet çağı” olarak niteliyordu. Buna katılmakla birlikte, meşhuriyet çağı kavramlaştırmasının meseleyi etraflıca ele almak açısından her durumda kapsayıcı olabileceği konusunda şüpheliyim. Burada analog düşünce formlarının yavaşladığı dijital medya çağında, gerçek yaşamın filmleri/imgeleri yinelemesini, çekimser bir kavramlaştırmayla, temsilin radikalleşmesi olarak niteliyorum. Sanıyorum ki, görüntünün zaferini ilan ettiği çağımızda, temsilin dünyaya indiği bu tür “sunum” vakaları üzerine daha epey düşüneceğiz.
Bir ilk serimleme yazısı olmaktan fazlasını iddia etmeyen bu yazı, burada sonlansın. Ama öyle pat diye de olmasın sonlanışı. Bağlama uygun başka bir örneği anımsayarak bitirelim. Ama bu defa daha şenlikli bir olaydan söz ediyorum. Yine hayat bir film karesini yineliyor; ama bu defa görüntüde mizansen yok. Dilek var diyebiliriz belki.
Gezi direnişi sırasında Taksim meydanındaki insan kalabalığı, üzerine boca edilen orantısız biber gazının yarattığı fantastik atmosferle birlikte Yüzüklerin Efendisi filmindeki mahşeri savaş sahnesini, Isengard’ın üst çekimden görünüşünü yineledi; iyilerin kötülere karşı savaşında ortalık gaz dumandı, Gezi direnişçileri destansı bir film karesini sabırla yeniden yaratıyordu. Görüntü mizansen değildi, ama adeta film gibiydi. Gezi direnişinden kopup belleğimize nakşolan bu görüntünün topluma yaydığı his mucizeye tanıklık etme hayreti ve coşkuydu.
Bitirirken, opaklaşmış, buz kesmiş iktidar oyunlarını örnekleyen görüntüleri elimin tersiyle iterek, yüzümü Gezi’nin gerçek coşkusuna, dileklerine, ütopyasına dönmek istiyorum. Bu yazıyı Direniş’in kalbimizde yer eden çocuklarını selamlayarak bitirmek istiyorum. Mehmet Ayvalıtaş’ı, Abdullah Cömert’i, Medeni Yıldırım’ı, Ethem Sarısülük’ü, Berkin Elvan’ı, Ali İsmail Korkmaz’ı, Ahmet Atakan’ı, Hasan Ferit Gedik’i özlemle selamlıyorum... Onlar bir hikayede buluştular, biraradalar. Onlara bakıyorum; geçmişimizde değil de geleceğimizde gibiler. Gitmemişler, geliyorlar… Film gibi değil de, düş gibiler…
Gezi’de düşen ve direnen herkese saygıyla, inançla… (GD/AS)
[1] Emel Uzun ile birlikte yaptığımız bu araştırma Sahanın Sesleri: İletişim Araştırmalarında Etnografik Yöntem adlı derleme kitapta “Asker Fotoğrafları: Aileden Ulusa Bir İmgenin Yolculuğu” başlığıyla yayımlandı.
[2] 2000’lerin başındayken TRT’de şöyle bir hikaye anlatılırdı; ama doğru ama yanlış, onu bilmiyorum: Bir zamanlar TRT’ye bir genel müdür atanmış. Bu müdür kendince işe yaramayan personelden kurtulmaya karar vermiş, iş tanımlarını önüne almış ve elemeye başlamış. Gözüne takılan “resim seçici” ifadesi kızdırmış müdürü. “Resim seçmek de ne oluyor, gitsin evinde seçsin resimleri” diyerek üzerini çizivermiş. Velhasıl taze genel müdür televizyon yayıncılığı konusunda o kadar cahilmiş ki, resim seçicinin reji odasında yayına girecek görüntüyü, ekranları işaret etmek suretiyle belirleyen/seçen kişi olduğundan haberdar değilmiş. Bizim bugün resimlerimizi evden seçiyor olmamız genel müdürü kurtarmıyor tabii ama bizi onu anmaktan da geri bırakmıyor.
[3] Arthur Rimbaud’nun bir şiir kitabının adıdır. “Ben bir başkasıdır” ifadesi ayrıca bakış ve öteki tartışmasında Sartre tarafından da kullanılır…
[4] Matrix 1 filmindeki bir diyaloğa gönderme.
[5] 2000’lerin başında televizyon ve şiddet konulu bir makalede okumuştum bu haberi, şu anda kitabı hatırlamıyorum. Ama benzer bir haber için şu linke bakılabilir: http://www.hurriyet.com.tr/gundem/yine-ucacagim-6591665
[6] http://www.radikal.com.tr/yazarlar/tayfun-atay/isidin-populer-kulturle-dansi-bir-sov-olarak-terorizm-1208592/
[7] Yemekteyiz ve benzeri televizyon programları ile birlikte sofraların görsel ve estetik olarak düzenlendiği “sunumlu” sofralardan söz edilir olmaya başlandı. Burada, popüler beğeni ve popüler bellek repertuarı doğrultusunda üretilen sofra “sunumları” ile cinayetin “sunumu” arasında paralellik olduğu sezdiriliyor.