Bir arkadaşım zayıf belleğime Pisagor reçetesi önermişti. Her sabah, bir gün önce hayatımda olan bitenleri hatırlamadan yataktan kalkmamalıydım. Bunu aklıma yazdım ama henüz yapmadım. Ben sizlere bu satırları yazarken, bir televizyon dizisinin aile babası, kocasından dayak yemiş komşu kadını şu sözlerle telkin etti: "Bir arayalım istersen, belki pişman olmuştur."... Belki pişman olmuştur... Zihnimin bu açık kanal medya uğrağı bir yana. Zira konumuz bu değil.
Aslında yazmak istediklerimle ilgili olarak yakın gündemi gözden geçirmeliydim belki ama bunu da yapmış değilim. Araştırmasız bir hatırlamayla, kırık belleğimi ifşa ede ede yazacağım bu açık mektubu.
Unutmak mümkün mü, yakın zamanda bizler iyimser insanlardık. Bunun için nedenler varsaymada eli açık ve geniş yürekliydik. Bir asker ölümümün sonunda "vatan sağ olsun diyemiyorum" diyebilen anneye tutunmuştuk... Karanlık bir suikast Hrant Dink'i aldığında aramızdan, bir gidenimizin ardından yüz binlerce gelmiştik. Biz hepimiz Hrant Dink olmuştuk. Acılı ve öfkeli cüssemizi tartmıştık da demiştik; bir aydınlık açıyordu sevgili Hrant Dink giderken... Bundan böyle hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı.
Geleneksel ve popülist kodlara sığınan, Başbakan'ın ağzından hırçın bir tınıyla saçılan "analar ağlamasın" cümleciğine dahi tutunacak kadar pragmatik naiftik... Stratejik iyimserlik belki bunun adı...
Artık değişecekti bir şeyler. Sinemada "Sonbahar", Kürt Prensesi Evrim Alataş'ın filmi "Min Dıt", sinemada onca yasağına rağmen "Gitmek: Benim Marlon ve Brandom."... On yıl önce bu filmleri izleyemezdik diyorduk birbirimize, birbirimize katılıyorduk bu hususta. Ara sohbetlerde 12 Eylül'ü anlatan popüler televizyon dizilerinin toplumsal belleğimize katkısını takdir ediyorduk; bizim kahramanımız Deniz Gezmiş'lerdi, bizim politik sembollerimiz kafeslerinden kurtulan güvercinlerdi, kırılan zincirlerdi, hapishane penceresinden uzanan prangalı eldi. Filmik bir dünyada kendi metaforlarımızı ve kahramanlarımızı kaydediyorduk.
İyimserliğimizi besliyordu açılım hikâyesi. Bir dönemin içinden geçiyorduk, evet, artık bir şeyler değişecekti. Vicdanla karışık politik öznelik... Karla karışık yağmur... Hengâmeli bir sürecin içinden geçiyorduk. Politik öznemizi serimliyorduk dost sohbetlerinde, tarihimize tanıklık eda ediyorduk.
Ve elbette Tekel işçileri vardı; onlar 'ol' dediler de sokaklar yeniden oldu adeta. Kızılay'ın orta yeri eylem çadırlarıyla doldu. Durgun 'sol'umuza bir özgün deneyim abidesi... Desteğimiz battaniyelerle, böreklerle, eylemde gece mesaileriyle vicdanlanıyordu. Futbol taraf taraftarlar dahi "Tekel işçisi yalnız değildir!", diye haykırırken, jeste jest gülüşlerle, kimlikler tekrar sınıfta bir araya gelirken, alabildiğine alakalıydık gündemle... Gündeliğimiz açılıyordu, çok gibiydik, şehir dışından eyleme gelen tanışları konuk ediyorduk evlerde. Artık bir şeyler değişecekti... Yaydan çıkan bir ok tahayyül ediyorduk.
Dahası da vardı. Geçmişimizin toplumsal travmalarındaki karanlıklar aydınlanmıyordu ama derin devlet şaibeleri dile geliyordu... Yaşasındı halkların kardeşliği... Kardeşlerimizle can gönül barışabilmek için gereken özrü dileme sabırsızlığındaydık bazen; Ermenilerden özür diliyorduk, Kürtlerden özür diliyorduk... Bir kazı alanıydı artık belleğimiz. Özrümüzü kabahatimizi irdeliyorduk...
Hesap mı soruyorduk tarihten, bir ifşa mı bekliyorduk? Kendimizi mi bekliyorduk, başkalarını mı? İki durum arasındaki sadece hararet farkı vardı, aynı şeyi istiyorduk. Resmi söylemin imlasından sızan kara delikleri tırnaklamak yas hazzı veriyordu ruhumuza, bu ne tuhaf... Hatırladıkça iyileşecektik. 1977'nin, kanlı Bir Mayıs'ının ardına düşmüştük. Kuşak kuşaktık, alanlarda öyle çoktuk ki... Sloganlar çınlamıyordu bu Bir Mayıs'ta. Sükûtla hatırlıyorduk ve anıyorduk. Suskun ama umutluyduk. Kudretimiz yoldaydı, sesimiz arkadan gelecekti... Biz bir kez daha sokaklarda buluşmuş yüz binler kendimize şefkat ve anlayış gösteriyorduk. Yasta birlikte, anmalarda birlikte, 12 Eylül sorumluları yargılansın talebinde birlikte kendimizi güçlü hissediyorduk. Yakın geleceğe yönelmiş bakışlarımız vakurdu. Bir resim veriyorduk adeta toplumsal belleğe...
Ama değişmedi. Aksine, rüzgâr tersten esmeye gayretli... Ölümlerin ve operasyonların şiddeti bir kez daha ansız bastırdı Doğu'da... Bize verilecek hesaplar hala verilmedi. Bizim cesaretlerimiz doğruydu da bedenlerimiz mi yanlıştı ki muhalefetimizin nefesi çabuk tükeniyordu? İşçi eylemleri de unutulmaya yüz tuttu... Şu olağan günlerimizden bir yenisinde, aktörü olmadığımız bir değişim sinyali daha mı bekliyoruz acaba "değişecek artık bir şeyler" tespitini yinelemek için? Siyasi analiz sevinciyle bir özgül deneyim, bir yaşamsal dönemeç işaretlemeye çalışmak hepimizin zaafı.
Şimdi şunu düşünüyorum. Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak duygusunu bu kadar kısa sürede bu sıklıkla yaşayan bir tek ben değilim. Politik özneliğimizin umut ayarlarındaki bu iniş çıkışlar ve ruhsal karmaşalar bizi hiç iyi bir noktaya getirmedi. Karamsarlıkla gelen bir kayıtsızlık içindeyiz.
Kırılganlıkla ve tekinsizlikle yoğrulmuş bir toplumsal atmosfer hezeyanında işlenen karamsarlığın nasıl bir ideolojik şiddet türü olduğunu anlamaya çalışıyorum. Umut yitiminin süreklileşmesinin ortaya çıkardığı bir toplumsal incinme midir bu karamsarlığın müsebbibi? Yoksa ütopyamızı kaybetmiş olmak mı acaba bugün bizi cisimsiz kılan? İnadımızı kaybetmiş olmak mı?
Karısını döven adam pişman mıdır, önemsiz. Pişmanlık bir karikatür; bu çaresiz ruh savaşını kimse önermiyor dostuna düşmanına... Karamsarlık üzerine fikirler ise çeşitli, stratejik karamsarlıktan söz eden Walter Benjamin miydi? Ben yinelemenin çift yönlü olduğunu söyleyerek ve ısrarı överek bitirmek istiyorum bu metni. Umudumuzu ve ütopyamızı yineleyelim, sözümüzde ve eylemimizde ısrar edelim... Hrant Dink'in davasının izini sürmekten vazgeçmeyen gazeteci Nedim Şener "Ben Hrant Dink'im" demeyi sürdürüyor. Ben de Hrant Dink'im. Ermeni ve Kürdüm.
Sokaklarda karşılaşmak dileğiyle, sevgilerimle.(GD/EÜ)