Geçtiğimiz günlerde Ertuğrul Bilir'in yazdığı, Darbeden Sonra Devrimci Yol 1980-1992 kitabını okudum. Kitap epey hacimli ve ciddi bir uğraş verilmiş. Dönemle ilgili birçok kişinin tanıklığına da başvurulmuş. Başkalarıyla birlikte benim de bir biçimde dahil olduğum bu süreci merak edenler için iyi bir kaynak ya da o dönemleri anlama çabası için başlangıç olabilir.
Ancak bu yazıda doğrudan kitap üzerinde durmayacağım; daha çok okurken anımsadığım bazı şeyler ve metnin çağrıştırdıklarını aktarmaya çalışacağım.
Geçmişi nasıl anımsarız?
"Anlatmak için yaşamak" herkesin harcı değil. Kaldı ki Gabriel García Márquez bile yaşadıklarını anlatırken estetize etmeye, beğendirmek için abartmaya, yeri geldiğinde "uydurma"ya ve lüzumsuz kısımları ceplerine tıkıştırmaya gerek duyuyor.
Márquez, anılarında bir yerde başkalarının yanı sıra Camilo Torres Restrepo ile ilgili özlem duyduğu arkadaşlığından bahsediyor. 1940'ların ikinci yarısında Camilo ne henüz düzenle "papaz" olmuştur ne de ortalarda ELN (Ulusal Kurtuluş Ordusu) vardır. Camilo "şehit" olmasaydı yine bu yüce duygularla anar mıydı? Yoksa sadece Bogotá'nın bolca şiir konuşulan kahvelerinde oyalanan edebiyatla ilgili bir tanıdık olmanın loşluğunda belli belirsiz anımsanan biri mi olurdu?
Benim gezerken gördüğüm, herkesin bir yoğurt yiyişi var hesabı, başka başka hatırlama biçimleri var.
Ermenistan'dayken bir kısım mürekkep yalamış genç için "geçmiş" bir an önce kurtulunması gereken bir "Rus kabusu"ydu. Orta yaşın üzerindekiler ise genelde Sovyetler Birliği dönemini "iyi" anarlardı. Bazen şüpheye düşerdim aslında akıllarına gelen kendi coşkulu gençlikleri mi yoksa yaşadıkları mı diye. Yoksa o gün konuşurken asıl sorun yarın ne olacağını bilememeleri miydi? Maalesef geçen zaman Ermenistan halkları için bu endişe girdabını fazlasıyla büyüttü, içinden çıkılmaz derin bir kuyuya dönüştürdü...
Sırbistan'da ise unutulmaz olan "savaş"tı. Tepelerine bomba yağması korkusuyla nerelere saklandıklarını anlatıyorlardı. Tito'nun mezarının da olduğu müze çokça ziyaretçi ağırlamayı sürdürüyordu ancak pek kimse Yugoslavya'dan dört mevsimin ve halkların cennetiydi diye bahsetmiyordu...
Bir hatıra da benden...
Henüz 12 Eylül'ün dipçiğinin tepemizde eksik olmadığı günlerdi. ODTÜ yurtlarında kalıyordum. Jandarmanın kapıdaki kontrolleri, sabah 5'te yurtları sararak yaptığı aramalar (Merak edenler için söyleyeyim aradıkları şey ağırlıkla KİTAPtı) yetmezmiş gibi aklı evvel devlet yalakasının biri ya da bir kurul, terlikleri nereye koyacağımızdan başlayıp özellikle yurtlara giriş çıkış saatleri ve ziyaretler dahil asıl olarak sosyal ilişkileri kısıtlamayı hedefleyen ve muhtemelen böylelikle "aykırı düşünceler"i de engelleyebileceklerini varsayan bir askeri nizamname hazırlamıştı. Bundan sonra bu "yurtlar yönetmeliği "ne göre hayatımızı düzenleyecektik. Tabii ki istemedik!
Önce bu hoşnutsuzluğumuzu rastgele herkesle konuşmaya başladık. Sonra bir iki tecrübeli arkadaşın yardımıyla bu "konuşmalar"ı bir düzene soktuk. Sadece konuşmayacaktık, isyan edecektik bunun için örgütlenecektik, örgütleyecektik. Öyle de yaptık. Gece gündüz çalışıp yurtların tamamını bu itirazın etrafında demokratik bir biçimde bir araya getirdik. Formül basitti. Herkes kendi hakkına ama hep birlikte sahip çıkacaktı.
Tuttu da. Odalardan başlayan toplantılar ve anketler aracılığıyla belirlenen eylemler ve sıralamaları önce katlarda, sonra tek tek yurtlarda daha sonra da yurtlar arası konseyde karara bağlanıp uygulandı. Ortada hiyerarşik bir görünüm olsa da gerçekte bu toplantılar herkese açık olur, forum şeklinde gerçekleşirdi. Yanlış hatırlamıyorsam ilk eylemimiz belli saatler boyunca yurttan çıkmamaktı. Gücümüzü ölçecektik. Basket topuyla oyalanan üç beş faşist hariç kimse yurtları terk etmedi. Gerisi çok daha kolay geldi. Kazandık. Yurtlar yönetmeliği geri çekildi. Öğrenciler yurtlarda "kalıcı" bir örgütlülüğe de kavuştu...
Yıllar sonra bu işlerde birlikte uğraştığımız ama başka bir sol gruptan bir arkadaşla Avrupa kentlerinden birinde karşılaştık. Sohbetimiz döndü dolaştı laf yukarıda anlattıklarıma geldi. "O günler" ikimiz için de gururla anılmayı hak ediyordu...
Derdimiz gelecekse...
Gerçeğin farklı yüzlerini nasıl anımsadığımız sorununu şimdilik bir kenara bırakalım. Peki ya asıl derdimiz gerçeğin nasıl değiştirileceği ise? İşte orada köklü bir politik sorunla karşı karşıya kalırız. Nereden başlamalı? Elbette bugünden. "Somut durumun somut tahlili" şimdinin gerçeklerini bütün yüzleriyle algılayabildiğimiz ölçüde yapabileceğimiz bir şeydir. Bunun için doğal olarak geçmişe de başvururuz ve bunu, gerçeği yani "yarın"ı biçimlendirmek için yaparız.
Girişte bahsettiğim Ertuğrul'un yazdığı kitapta da geçen "geçmişin değerlendirmesini ancak yeni bir devrimci hareket yapabilir" belirlemesine gelmek istiyorum. Bence bu önerme çok yönlü olarak doğrudur. Çünkü ancak birlikte hareket eden insanlar/hareket, günü çözümleyebilir, geçmişi aşıp ve artık gerçeği de değiştirebilir...
(AS/AS)