24 Nisan'ı ilk ne zaman duydum? İlk kez ne zaman Osmanlı Ermenileri üzerine düşünmeye başladım? Haydarpaşa'dan trenlere bindirilen Ermenileri, yersiz yurtsuz yürütülen halkı, ölenleri ne zaman öğrendim, ne zaman utanmaya başladım, anımsamıyorum.
Ama o ilk farkındalıktan bu yana, 24 Nisan'lardan kareler var zihnimde. O karelerden en güçlü olanı ise, yaşlı genç, kadın, erkek Ermenistanlıların 23 Nisan'ı 24 Nisan'a bağlayan geceden başlayarak Tsitsernakaberd Anıtı'na (Kırlangıç Kalesi) yürüyüşleri...
Aradan yıllar geçtikten sonra 2005'te ilk kez Erivan'a gittiğimde anıtın Sovyetik yapısına rağmen ne acılı ve ne güçlü durduğunu düşünmüştüm, ziyaretçilerinin de ne çok fotoğraflarda gördüğüm insanlara benzediğini... Oysa 24 Nisan değildi.
Kırlangıç Kalesi, Erivan'ın şehre en hakim tepesinde, arkasında Mayr Hayasdan (Ermenistan Ana), önünde, keyfi yerinde olup kendini gösterdiğinde, bütün ihtişamıyla Sis ve Masis, yani Ararat...
Bundan birkaç hafta önce, İstanbullu bir Ermeni arkadaşımla 24 Nisan üzerine konuşurken, bana 24 Nisan'da olunabilecek en doğru yerin Erivan olduğunu söyledi. İki hafta sonra, bir davetle kendimi Erivan'a giden uçakta buldum.
İki şehir arasındaki tek direk ulaşım yolu olan charter sefer, her zamanki gibi, tıklım tıklımdı. İstanbul'dan olabildiği kadar alışveriş yapabilmiş Ermeniler, muhtemel ki Zadig'de aileleriyle birlikte olabilmek için Erivan'a dönüyorlardı.
Erivan'da bugüne kadar Zadig'le ilgili dinlediklerim hep müthiş bir şenlik olduğunu söylüyordu bana. Oysa Erivan'daki ilk dakikalarımda anladım ki, bu yıl Zadig pek de uğramamıştı kente, ülkeye.
1915'ten beri ilk kez, 24 Nisan Zadig'e denk gelmişti, Agos'un geçen hafta söylediği gibi "Yas ve diriliş, karanlık ve aydınlık, ölüm ve yaşam, keder ve umut yan yana, iç içe"ydi. Şehirde o bana hep anlatılan neşeden, sevinçten, bayram havasından bulmak imkansızdı, hüzün herkesi çevrelemişti.
24 Nisan sabahı Tsitsernakaberd'e, Kırlangıç Kalesi'ne bir yaşlı amcayla ve ailesiyle birlikte yürüdüm. Garabet amcayla. İskenderun, Kırıkhan, Karamakaşı köyünden. Tam 85 yaşında. Ama öyle dinç, öyle şahane ki, 70 yıldan bir fazla konduramazsınız.
1926'da, o zamanlar Fransız idaresindeki Karamankaşı'nda, Türk, Kürt, Türkmen, Ermeni birlikte yaşanan bir köyde doğmuş Garabet amca. Babası Hagop, 1915'te Zeytun'dan canını zor kurtarıp kendini Kırıkhan'a atan bir Ermeniymiş. Annesi Sirpuhi ise Sis'ten kurtulmuş bir yetim. Birbirlerini Kırıkhan'da bulmuş, evlenmiş, çocuklarını doğurmuşlar.
Garabet amcanın deyimiyle Ayşe'yle, Hatice'yle, mahallenin diğer çocuklarıyla koşarak, oynayarak, oynamaktan yemek yemeğe bile vakit ayırmayarak geçmiş hayatları. Ne zaman ki Hatay Cumhuriyeti Türkiye'ye ilhak olmuş, o zaman köyün bütün Ermenileri gibi Hagop ve Sirpuhi de "başımıza yine aynı şeyler gelir, Türkler bizi yine öldürürler" korkusuyla Cizre üzerinden Suriye'ye doğru kaçmışlar.
Garabet ise Suriye'den 1947'de Stalin'in Diaspora'daki Ermenilere yönelik yaptığı "Ermenistan'a gelin" çağrısına uyup, henüz yeni evlendiği Halepli ama aslen Anadolulu Ermeni karısıyla birlikte Erivan'a doğru yola çıkan gemilere binmiş, İstanbul Boğazı'nı da geçerek Batum'a, ordan da Sovyet Ermenistanı'na gelmiş. İlk oğlu, babasından yadigar adıyla Hagop da gemide doğmuş zaten...
Geldiğinde az buçuk Arapçadan ve ilk öğrendiği dil Türkçe'den başka dil bilmezmiş Garabet. Önce okulda Ermenice öğrenmiş, ardından da petrol aramayı öğrenen bir ekibe katılmış, Sovyet cumhuriyetlerini gezmeye başlamış.
Tarihte Erivan protestoları olarak bilinen ve 24 Nisan 1965'te bir milyondan fazla Ermenistanlının Erivan Opera Binası'nın önünde başlattığı ve 24 saat süren Soykırım Anması'nda orada değilmiş Garabet amca. Ama o sırada 20'li yaşlarına yaklaşmakta olan lise öğrencisi Hagop geceyi sokakta geçirmiş, atalarını anmak için.
Hagop, anıta doğru birlikte yürürken anlattı Kırlangıç Kalesi'nin hikayesini: "Çok heyecanlıydık, korkuyorduk da, ama yine de kaldık orada. Opera Binası'nda KGB Ermenistanlı yazarlarla konuşuyordu, dışarıya haber gelmiyordu, içeri de giremiyorduk ama 50 yıl olmuştu ve artık anmak istiyorduk.
KGB de, Moskova da hiç hoşlanmadı, onlarca insanı gözaltına aldılar ama yine de direndik. Moskova o zamanlar hiç olmayan bir şey yaptı, iki gün içinde Erivan'da bir anıt yapılması için karar çıktı. 1967'de anıt bitmişti bile. O günden unutamadığım şey Silva Gabudikyan'ın heyecanlı konuşmasıdır. Hepimizi çok ama çok etkilemişti."
Sovyetler Birliği'nin 50 yıl boyunca çıt çıkarılmasını izin vermediği Ermeni Soykırımı'nı Ermenistan, Sovyetler Birliği tarihinin gördüğü belki de en büyük ayaklanmalardan biriyle, anmaya hak kazanmışlar, o hakkı da müthiş bir sukunet ve acılı bir yürüyüşle kullanıyorlar her yıl.
Garabet amca ve ailesiyle birlikte Kırlangıç Kalesi'ne yürürken Garabet Amca babasından dinlendiği Zeytun'u sordu bana. Geçen sene gittiğimi söyledim, Zeytun'a yerlestirilen Yunanistanlı Müslüman mübadillerden söz ettim, "göç hep zordur kızım, onlara da çok zor olmuştur, bilirim" dedi, 1949'dan beri hiç konuşmadığı Türkçesiyle.
Anıta yaklaştığımızda elindeki lalelerden ikisini bana uzattı, "fazla çiçek koymayız" dedi, "herkes bir tek dal getirir, herkesin anısına". Elimde bir iki dal çiçekle ve etrafımdaki binlerce insanla anıtın içine doğru ilerlerken, aklımda Zeytun vardı...
Garabet amcanın elinden tuttum, merdivenlerden indik ve karşımıza, üç yıldır fotoğraflarından gördüğüm için tanıdığım, yüzünün her çizgisi bir başka hikaye anlatan o çok yaşlı, yaslı teyze çıktı. Elinde Hrant Dink'in bir fotoğrafı, altında 1,500,000 + 1 yazısı.
Teyzenin yanına yanaştım, konuşmak istedim ama konuşmadı. Gözlerini Tsitsernakaberd'in 1967'den beri yanan ateşine dikmiş, elinde dirençle Hrant Dink fotoğrafını tutuyordu. Utandım.
Garabet amcanın tanıdıkları geldi yanına, beni anlattı onlara, "bak İstanbul'dan geldi" dedi, ellerini sıktım, ne diyeceğimi bilemedim, utandım.
Daha önce defalarca o ateşe bakmıştım, hep utanmıştım, bu kez daha da çok utandım....
Ve birden anımsadım, geçen sene 24 Nisan'da, Kudüs'te Anadolulu bir Ermeni hanımla tanışmıştım, 96'sını geçmiş, Eliz hanımla, Eliz Aghazarian ile. Bana uzun uzun ne zorlu canlarını kurtardıklarını anlatmıştı, sizi üzmek istemiyorum diye diye... O da İskenderunluydu, o da canını zor kurtaran bir ailenin ayakta kalanıydı. Tıpkı Garabet amca gibi, Eliz hanım da, oradaydı ve anımsıyordu. Tanışmamızdan çok kısa bir süre sonra Eliz Hanım'ın ölüm haberini iletti bir ortak arkadaşımız. O gün 96 yaşında hayatını kaybeden Eliz hanımın acısının içime nasıl da oturmuştu...
İşte Pazar günü, bir Zadig günü, Tsitsernakaberd'de o acının aynısını bir daha hissettim. Utançla karışık bir acıydı. Eliz hanımla Garabet amca, aynı yerden, İskenderun'dandı. Nar tanesi gibi dağılmışlardandı...
Garabet amcaya Eliz Hanımı anlattım, "kaçmışlardır bizim gibi" dedi, cebinden bir kırmızı yumurta çıkarttı, elime tutuşturdu. Zadig dedi... (ÇM/EÖ)