Türkiyeli Ermeni yazar Mıgırdiç Margosyan, Yemek ve Kültür dergisinin sonbahar 2008 sayısında kendi hayat yolculuğunu yemek üzerinden anlatıyor. 1938'de Diyarbakır'da doğan, üniversite eğitimi için İstanbul'a gelen Margosyan'ın Pelin Özer'e verdiği röportajdan "ekmek"le ilgili kısmı aktarıyoruz.
Oğlum doğacağı zaman, -1976- annesini aldım Zeynep Kamil'e götürdüm. Yine Kadıköy'de bugün oturduğumuz evdeydik. Hemşireler bana "Beklemeyin, siz gidin" dediler, ben de kalktım geldim eve. Saat sabahın beşi.
Oturdum bir hikâye yazdım. Hikâyenin adı Ermenice "Hatz, Hatz, Hatz", yani "Ekmek, Ekmek, Ekmek". O hikâyemi o gece yazdım. Bu benim için çok anlamlı. Oğlumun doğumunu bekliyorum, evdeyim, bir şeyler yapmam lazım, çünkü uyuyamam. İki saat sonra tekrar kalkıp hastaneye gideceğim. Oturdum, elime kâğıdı kalemi aldım, o zamanlar bilgisayar falan da yok, ana dilimde bu öyküyü yazdım. O günlerde hikâyelerimi Ermenice yazardım. Tesadüfe bakın, oğlum doğduktan seneler sonra, ekmeğe bir meraklı çıktı, neredeyse başka hiçbir şey yemiyor.
O hikâyede geçmişte ekmekle neler yaptığımızı anlatmıştım. Biz ekmeği otururuz peynirle yeriz, sucukla yeriz, pastırmayla, soğanla yeriz, hiçbir şey bulamazsak oturur ekmeği ekmekle yeriz demiştim. Bütün bunların yanında büyük anam hiçbir şey olmasa küflenmiş ekmeklerin bir kısmını tavuklarımıza atar, onlar o ekmeği yerlerken, biraz da kendisi alır küflenmiş ekmekten, gelir sokak kapısının eşiğinde oturur, kurumuş ekmeği ıslatır, o dişsiz haliyle onu yemeye çalışırdı.
"Ekmek, Ekmek, Ekmek" hikâyesi böyle bir vesileyle yazılmıştır. Diyarbakır'da ve o yörede fakirliğin getirdiği bir alışkanlıkla çok ekmek yenir, gerçektenorada kimse gel yemek yiyelim demez, ekmek yiyelim derler, genelde ekmektir esas. Onun da yanında ne bulursanız, artık o fazladan bir lütuftur. Ekmek olmadan sofraya oturulmaz, ekmek olmadan duyamazsınız. Bizde şimdi maalesef, ya da maalesef demeyelim belki de bugün artık öyle yaşanıyor, çeşitli nedenlerden dolayı ekmek yenmez, çoğu zaman sofraya bile getirilmez oldu.
Ama Anadolu'da böyle değildir, ekmek mutlaka olacak, sofraya evvela ekmek konacak, onun yanına yemek gelecek. Oturayım da şunu yazayım diye tasarlamam ben. Hiç aklımdan geçmedi o an ekmekle ilgili bir şey yazayım diye. Demek ki ekmek doğum kadar önemliymiş şuur altımda.
Babam, belki Diyarbakır'dan getirdiği alışkanlıkla ekmeğe çok düşkündü. Çünkü evimizde, sadece bizim evimizde değil Gâvur Mahallesi'ndeki bütün evlerde, -tabii aynı şekilde Müslüman, Musevi, Süryani, Keldani evlerinde de- ekmekler fırınlardan pek alınmazdı. Pahalıydı bir, ikincisi elinizin altında daima ekmek olması lazımdı. Onun için evde hamur yoğurulur, alır firma götürürsünüz, o görev de hep bana verilirdi, nefret ederdim çocukken.
Ekmek pişer, getirirsiniz. O pişen ekmek ailenizi birkaç gün idare eder; kaç kişiyseniz artık, ki genelde kalabalık olur. O evlerde devamlı ekmek tüketilir, ekmekler de ekmek kazanı içerisinde durur. İki üç günde bir ekmek bitirilir, tekrar yoğurulur. Evde böyle bir ekmek bereketi vardır. Belki bunun alışkanlığıyla babam İstanbul'a geldikten sonra da evde ekmek var mı yok mu hiç hesaplamadan kendince her defasında muhakkak eve bir iki tane ekmekle gelirdi.
Ekmek kurumuştur, bayatlamıştır, önemli değil, "Yoh oğlım, evde ekmeg heç eksig olmamali" derdi. Ve nitekim "Ekmek Ekmek Ekmek" öyküsünü doğumunu beklerken yazdığım küçük oğlum Şant, Türkçedeki adıyla Yıldırım, belki dedesinden kalma bir alışkanlıkla eve her gelişinde mutlaka ekmek getirir.
Bir de şöyle bir şey vardır; kar yağdı mı, ekmek karaborsaya düşecek diye herkes kuyruğa girer de, bir tane ekmek alacağına beş tane alır ya, o başka tabii. On beş, yirmi sene evvel İstanbul'da feci kar yağmış, millet fırının önünde kuyruğa girmiş, sırası gelen üç tane, beş tane ekmek alıyor.
O zaman da hanımla ikimiz yalnızız, henüz çocuklar doğmamış. Ben de normalde eve bir ekmek alırım, epeyce kuyrukta bekledikten sonra, sıra bana geldiğinde, "Yarım ekmek" dedim. Fırıncı şöyle bir durup yüzüme baktı, orada bir sürü insan ekmek almak için bekliyor, ben de bir ekmek alıp gidebilirim.
Aslında ben hinoğluhince özellikle bunu yaptım. Orada beş tane ekmek alanlar duysun diye özellikle yüksek sesle yarım ekmek istedim. Fırıncı dedi ki, "Abi bu kalabalıkta bir de ekmek mi keseceğiz!", "Yok" dedim, "bana lazım olan yarım ekmek, lütfen kesin".(MM/EÜ)
* Yemek ve Kültür dergisi üç aylık olarak Çiya Yayınlarından çıkıyor. Daha fazla bilgi için: Yemek ve Kültür