Günlerdir bir türlü nefes aldırmayan asık suratlı, soğuk-gri kasvetiyle hapishaneyi teslim alan yağmur nihayet durdu.
Fırsat bu fırsat diyip...
Sabah kahvaltısından sonra havalandırmaya çıktım.
Boynumdaki dikişlerden dolayı, başımı tam olarak gökyüzüne çeviremezsem de...
Göğün mavisi ve maviyle dans eden gün ışıklarını seyrettim biraz.
Yüzüme ve ellerime değen havanın soğukluğu bir bıçak keskinliğinde, tenimi kesiyormuş gibi canımı yaksa da, aldırmadan voltaya vurdum kendimi.
Haftalardır içeride kapalı kalmış olmanın yarattığı uyuşukluğa bu volta iyi gelir diye düşündüm.
Zira bu haftasonu önüme koyduğum ve bitirmem gereken işler hayli fazla.
Demem o ki, çok çalışmalıyım çok!
Hızla sabah mahmurluğundan da, hastalığın yarattığı ataletten de kurtulmalıyım.
Havanın berrak ama keskin soğuğu ne kadar işe yaradı, bilmiyorum.
Ama bir-kaç tur voltanın ardından hemen içeri kaçıverdim.
Ve oyalanmadan masamın başında soluğu aldım.
Kandıra'dan Gebze'ye geldikten kısa bir süre sonra koğuşdaşlarıımdan Meral bir defter vermişti.
Bir Cumartesi yazıma o defteri konuk etmemi istemişti.
Geçen Cumartesi yazımı bitirdiğimde bu hafta Meral'in verdiği defteri konuk etmenin zamanı geldi diye düşünüp, planladım.
Bu nedenle de, dün öğlenden sonra Meral ve Hülya'dan defterin sahibi sevgili Güler Zere'yle yaşadıkları/paylaştıkları mapusluk günlerini anlatmalarını istedim.
Ben sordum onlar anlattılar...
Bu sabah da masama oturmadan plastik komedinin çekmecesinden o defteri alıp, sol yanıma koydum.
Kulaklarımda dün Hülya ve Meral'in Güler Zere'ye ilişkin anlattıkları, yavaş yavaş defterin sayfalarını çevirip, okumaya başladım.
İlginçtir! Bu defteri ne zaman elime alıp, sayfalarını çevirmeye başlasam, ak kâğıtla temas eden parmaklarımda bir yanma hissediyorum.
Tıpkı geçtiğimiz Ocak ayında kahrolası bir trafik kazasında yitirdiğimiz Rezan Kotil'in haberini dinledikten birkaç saat sonra 17 Ocak'ta genç koğuşdaşım İlke'ye çektiğim faksı elime aldığımda ki gibi...
* * *
Değişik zamanlarda paylaşmıştım; tutsakların birçoğunun defter tuttuğunu.
Bu deftere kiminin anılarını, kiminin sevdiği şiir, şarkı-türkü ve marş sözlerini, kiminin de kendi şiirlerini, arkadaşlarından gelen şiirleri yazdıklarını belirtmiştim.
Yani çoğunlukla şiir, türkü ve marşlarla doldurulmuş olsa da bu defterler...
Yine de her bir defterin sahibinden derin izler taşıdığına inanıyorum.
Şiirlerde, türkü ve marşlarda, hoşa giden özlü sözlerde o tutsağın yaşamla kurduğu ilişki; özlemleri, umutları ve gelecek düşler saklıdır!
Her bir defter sahibinin yüreğinin aynası gibidir.
Sevgili Güler Zere'nin defterinin ak sayfalarının parmak uçlarımı yakmasına aldırış etmeden sayfaları çevirmeyi sürdürürken...
Bir an o sayfalarda tahliye olduğunda yüzünün yarısını kapsatan maskenin üzerinden sevgi ve umutla bakan gözleri canlandı Güler'in!
Defterin ilk sayfasına yapıştırdığı fotoğraftaki nehrin mavisi sularıyla birleşen kıyıdaki yeşilin insanda yarattığı huzura eşlik eden dizeleri okudum sessizce:
"Şiirle ulaşmak isterim sana /Solurken havasını / kurarken düşlerini /gelecek güzel günlerin / güneşlerle ulaşmak isterim sana / gözlerin, sesin, yüreğin /bulutların üstünde/ne rengindedir çiçeklerin /türkülerle ulaşmak isterim sana /dostluğun, sevdanın türküsüyle / direnişten, grevlerden/ türkülerimizin sıcaklığıyla ulaşmak/isterim sana" (Defterde birçok şiirin altında kime ait olduğu belirtilmediği ve ben de bilmediğimden buraya yazamadım)
Meral ve Hülya 2009 yaz başında Güler Karataş Kadın Hapishanesine götürüldüğünde tanışmışlar.
Yani Güler'in hastalığının ilerlediği bir sürece denk gelmiş bu tanışma.
B1 koğuşu sakini kadınlar Güler'in yanlarına geleceğini önceden duydukları için, daha o gelmeden koğuşu hazırlamışlar.
Ellerinden geldiğince, hep birlikte Güler için steril, sakin bir köşe/ranza hazırlamaya çalışmışlar.
Koğuş tek katlı olduğu ve tutsak sayısı yatak sayısını geçip, mevcut 20'yi aşınca...
Sessizliğin sağlanması da, koğuşta bir düzen kurup oturmada hayli zor olur.
Düşünsenize bir köşeye bitişik olmasa da çok yakın aralıklarla sabitlenmiş 9 ranza.
Bir başka köşede mutfak tezgâhı, onun yanıbaşında tuvalet ve banyo bir tarafta televizyon, yemek masası ve sandalyeler...
Her şeyin bir arada ve iç içe olduğu bir oda ve gündüz belli saatlerde açılan havalandırmadan ibaret bir yaşam alanı...
Hastalığının ileri safhaya ulaştığı bilindiği halde, hastaneden hapishaneye götürdüklerinde, girişte ayakkabılarını çıkarmayı reddettiği için hayli hırpalamışlar Güler'i.
Hapishanede önceden tanışmasanız da, aynı koğuşu ya da hücreyi paylaştığınız arkadaşınızla çabucak kaynaşıp, sıcak ilişkiler kurarsınız.
Hastalığının seyri nedeniyle hapishanelerdeki siyasi tutsakların hemen hepsi gıyabında tanıdığı için Güler'i...
Çok çabuk kaynaşmışlar koğuşça.
Hülya ve Meral'e Güler'e dair anılarını soruyorum...
Onunla ayları paylaşmış olmanın sıcaklığıyla anlatıyorlar.
Hastalığın ağırlığına rağmen Güler'e hiç hasta psikolojisine girmediğini, günlük yaşama katılmak için gösterdiği irade ve çabanın altını özel olarak çizdiler.
Her sabah erkenden kalkıp, günlük kıyafetlerini giyinip, sabahın bildik rutin bir takım işlerini bitirdikten sonra ranzasına çekilip, günlük gazeteleri okuyup, gelen mektuplara yanıt yazarmış.
Kitap okumayı hiç ihmal etmezmiş.
Sevecen, mütevazı ama disiplinli bir devrimciymiş!
Sohbetlerinde en çok Elbistan hapishanesinde uzun süre birlikte kaldıkları iki kadın yoldaşı Gülay ve Basime'yi anlatırmış.
Çok kısa sürede yeni koğuş arkadaşlarıyla da güzel dostluklar kurmuş.
Güler onları, onlar da Güler'i çok sevmişler.
Elimdeki defterin sayfaları arasında dolaşırken, Güler'deki yoldaşlık, dostluk sevgisini yansıtan bir dolu şiire, türkü sözlerine, özdeyişlere rastladım.
Ve içlerinden bir tanesini seçtim, paylaşmak için:
"Söyle; 'ne kadar seviyorsun canlarını.' 'Bir serçenin gözyaşları kadar' diye cevap versem şaşırırsın. Bu kadarını bilmezsin ki. 'Serçeler ağlayınca ölürler. Serçenin gözyaşları kadar seviyorum.'"
Yakasına yapışan hastalığın nasıl bir illet olduğunu bilse de, en son hastaneye gittiği tarihe kadar Güler'in hastalık karşısında güçsüz düşüp, kendini bıraktığına hiç tanık olmamışlar.
Her zaman o kahrolasıca hastalığa karşı savaşımı, onu yenme duygu ve çabası çok güçlüymüş.
Hülya ve Meral'in anlattıklarını düşünürken Güler'in defterindeki bir not aklıma geldi.
Şiirlerin ortasında bir yere yazmış:
"Woris: Çöl çiçeği, çok az sayıda canlının hayatta kalabileceği kıraç yerlerde açar, çiçekleri parlak ve sarıya çalan turuncu renktedir."
Doğrusu bu satırları yazarken Güler'i hapishanelerin gri beton duvarlarının ortasında açmış, pırıl pırıl parıldayan bir çöl çiçeğine benzettim.
Devlet bütün hasta tutsaklarla ilgili yaptığı gibi, Güler Zere'yle ilgili de devletliğini yaptı!
Adli Tıp, avukatlar, ailesi ve yoldaşları zamanla yarışırken ilgili yerlere gecikmeli gönderilen ya da sümenaltı edilen raporlar...
Aşılan her engelin ardından çıkarılan anlaşılmaz, saçma sapan, gayri insani engeller.
Hemen hepsi Güler'in tahliyesini önlemek, insanlık dışı koşullarda tedavi etmek adına ona ve sevenlerine acı çektirmek, zulmetmek içindi!
Nispeten sağlam, sağlıklı insanlar için bile ringi bir-iki karışlık penceresinden dışarıyı seyretmenin güzelliği dışında; hakikaten ringle yolculuk yapmak berbat bir şey.
Üstelik araba tuttuğundan, her yolculuk öncesi bir de araba tutmasına karşı Emedur hapı alıyormuş Güler.
Kemoterapi için her hastaneye gidiş gelişlerdeki aramaları da düşününce...
Günübirlik hastaneye gidiş gelişler sağlığını çok daha kötü ediyormuş.
Güler'in saçları çok uzun ve güzelmiş...
Onları çok da severmiş.
Koğuşdaşları kemoterapide o güzelim saçların hepsinin döküleceğini ve bunun Güler'in moralini bozabileceğini düşünüp, saçlarını kestirmesi için ikna etmeye çalışmışlar.
Önce kabul etmemiş bu öneriyi.
Sonra arkadaşlarını kırmayıp, hastaneye gittiğinde kestirmiş.
Bir süre sonra sürekli hastanede yatmak üzer Güler'i yolcu edeceklerini öğrenmiş koğuşdaşları.
Hülya diyor ki:
"Bu bir veda olacaktı aslında. Birbirimize bir şey söylemesek de o an; hepimiz onu bir daha göremeyeceğimizi biliyorduk.
Hapishanede bu duyguları yaşamanın tarifi gerçekten çok zor!
B-1 sakinleri içeride bu duyguyu yaşasalarda. Güler'i uğurlamadan önceki akşam bir eğlence düzenlemişler.
Halaylar çekip, türküler söyleyip, taklitler yapmışlar.
Eğlencenin yıldızı da Güler'miş!
Hem halay çekmiş, hem türküler marşlar söylemiş, hem de bol bol taklitler yaparak koğuşdaşlarını kahkahalara boğmuş.
Böyle zamanlarda insan ne kadar gülerse gülsün; arkadaşının, dostunun, yoldaşının ya da bir yakınını illet bir hastalığın pençesinde yaşam mücadelesi veriyor olmasını bilmenin sızısını/acısını asla içinden atamaz.
Bir yanınız kahkahalara boğulsa da, içiniz hakikaten kan ağlar!
Bunun nasıl bir şey olduğunu yakın zamanda bir bir yaşadım...
Ailemin, arkadaşlarımın yaşadıklarının tanığıyım.
Şengül ablamın beni hastanede hapishaneye yolcu ederken, ringin penceresinden gördüğüm halini asla unutmayacağım.
Karataş hapishanesi B-1 koğuşu sakini kadın tutsaklar da, böyle uğurlamışlar Güler'i hastaneye.
Daha önce de saklaması için Meral'e verdiği bilekliği Meral ısrarla koluna takmak istese de...
Kabul etmemiş!
Güler yürütülen kampanya ve kamuoyunun etkisiyle tahliye olduğunda, eşyalarını arkadaşlarına postalamış Meral.
Yalnız çıktığında kendi elleriyle Güler'e takmak için bilekliği koliye koymamış.
Kahretsin!
Sevgili Güler Zere çıktıktan yedi ay sonra, bir bahar gününde, 7 Mayıs 2010'da yıldızlaştı!
Bir süre sonra Güler'in çok sevdiği iki yoldaşı Gülay ve Besime Karataş'a sürgün sevkle gelmiş
Bu defa B-1 sakini tutsaklar hep birlikte Güler'e dair anılarını paylaşmışlar.
Meral Güler'in bilekliğini yoldaşlarına vermek istemiş.
Kabul etmemişler.
Bir de Güler'in defterini vermişler Meral'e saklaması için.
Karataş Hapishane'sinden Gebze Hapishane'sine Meral'le birlikte kilometrelerce yol yapmış defter.
Sayfalarındaki şiirle, türkü ve marşlarla, özlü sözlerle, pastel boyayla çizilmiş resimler, çocuk ve doğa fotoğraflarıyla defterinin sayfalarından sevgiyle gülümsemekle kalmıyor; halklarımızın ve yoldaşlarının mücadelesinde yaşıyor, savaşıyor Güler Zere! ...
* Füsun Erdoğan, 8 Aralık 2012, Gebze Kadın Kapalı hapishane