Hüseyin Hasançebi 12 Mayıs'ta aramızdan ayrıldı. Türkiye sosyalist hareketi çok değerli bir düşünürünün, süre giden hayata bugünü geçmişe ve geleceğe bağlayarak bakan, göze görünenin gerisindekini akılla ve bilgiyle görmeye ve göstermeye çabalayan ve bunu çok severek yapan gözlem ve öngörülerinden mahrum kalacak. Kimse kimsenin yerini dolduramaz elbet, ama geride kalanlar için mesele, tanıyan ve bilenlerin kısaca "Çebi" diye andıkları Hüseyin Hasançebi'nin, sadece müktesebatıyla yetinebilecekleri biri olmayışıyla ilgili daha çok.
Geriye dönüp Çebi'nin terekesini kurcaladığımızda onun fikriyatımıza asıl katkısının meta-teoriler üzerine düşünmekten çok, olmakta olanı yorumlamakla ilgili olduğunu görürüz. Benzetmek mümkün olsaydı onu bir büyük senaryo üzerinde kendi "baş eser"ini çekmekte olan bir yönetmene değil, toplumsal ve politik süreçleri geniş bir açıdan ve seri olarak fotoğraflayan bir haber fotoğrafçısına benzetebilirdik belki. "Haber" kavramı yanıltmasın, işinin erbabı bir haber fotoğrafçısının en az birincisi kadar ışığı işleme ve kaydetme mesleğinin inceliklerine ve hatta göz kırpıncaya kadar geçen bir "ancağız"da olmakta olanı görüp anlayıp, başkaları için de anlaşılabilir bir biçimde yorumlayarak aktarma ustalığına sahip olması gerekir. Bu kapasite ancak, mücadeleyle geçen bir yaşam içinde edinilmiş bilgi ve gözleme dayalı bir düşünce faaliyeti sürecinde ve bir teorik arka plana dayanarak kazanılabilir. Bu istisnai deneyim topluma ve politik camialara eşit olarak dağılmadığından, sadece onun serüveninin istisnailiği ve biricikliği içinde edinilmiş olduğundan Çebi'nin aramızdan ayrılmasıyla gelecekte karşılaşacağımız anları artık onun prizmasından da görme ihtimalinden yoksun kalışımıza kolayca razı olamıyoruz. Gerçi, bir bakıma geçmişe dönerek tersini de söylemek mümkün. Onu toprağa verdikten sonra Çebi'nin, gösterişten ve kendini gösterme merakından arınmış kişiliği dolayısıyla, zamanında gözümüze sokulmamış, yaşarken görme, dinleme fırsatı bulamadığımız, üzerinde tartışmadığımız, onun mahfillerinde kalakalmış "haber fotoğrafları"na bakarak -yani yorum ve değerlendirmelerini ve o değerlendirmeleri dayandırdığı teori ve meta-teorileri yeniden değerlendirerek- "Çebi"yi yeniden keşfediyoruz.
Geçtiğimiz hafta sonu Türkiye Sosyalist İşçi Partisi'nden (TSİP) yoldaşları ve aile efradıyla birlikte katıldığımız anma toplantısı da benim/bizim gibi TSİP'in yönetici kadrolarından gelmeyenler için bir bakıma "Çebi"yle böyle bir yeniden tanışma toplantısıydı. Oğlu, yeğeni ve kardeşi siyasal yolculuğuna eşlik edenlerden onun kamusal kişiliğini, bizler ailesi ve yoldaşlarından onun hayatı ve siyaseti yaşayışının bize görünmeyen yüzünü, TSİP'liler bizim onda ne bulduğumuzu, biz de TSİP'liler'in onda bizden bir şey bulup bulmadığını öğrenmeye başlıyoruz yavaş yavaş...
Eski tabirle "nevi şahsına münhasır" bir şahsiyet olsa da, "Çebi"nin, arada TSİP dolayımı bulunmasa, kendi başına Trabzon'un, Araklı ilçesinden çıkıp 1974 sonrasında, sosyalist hareketin ortasında İstanbul'da kendisine bir ulusal platform edinmiş olması -imkânsız değilse de- çok güçtü. Onun 1974 sonrası yaşamını bugünlere bağlayan platform TSİP'ti. O süreci başından sonuna kadar "içeriden" yani cezaevinden takip etmek zorunda olan biri için TSİP'in Türkiye siyasi topografyasında işgal ettiği özgül önem şuradaydı: TSİP, 1971-72 yenilgisi sonrasında "sosyalist hareket"i kaldığı yerden sürdürmektense yeni bir başlangıç, yeni bir hareket noktası sağlamayı teklif ediyordu. En geniş anlamıyla TİP ile DEV-GENÇ'i ayıran gri alanda, "eski tüfekler" ile genç sosyalistler arasında, Ekim Devrimiyle "reel sosyalizm" arasında, gelenekle gelecek arasında bir çıkış yolu açmayı hayal ediyordu. Üstelik yola çıkar çıkmaz çok sert bir sınavdan geçmek zorunda kalmış; 1974 "Kıbrıs Harekatı" karşısında sınanmıştı.
TSİP'in ilk sözcülerinden Tektaş Ağaoğlu'yla ilk karşılaşmamız da bu "sınav" dolayısıyla olmuştu. Onu başka bir yerde şöyle anlatmıştım: "Kıbrıs, 1974'te 'Barış Harekâtı' adı altında istila edilirken Tektaş, Gerçek gazetesindeki yazıları dolayısıyla 2. Zırhlı Tugay yerleşkesindeki Kartal-Maltepe askeri cezaevine konmuştu. Savaşın, dışarıda olduğu gibi cezaevinde de 'milli birlik, beraberlik'e ihtiyacı vardı ama 'solcu' Ecevit hükümetinin sıkıyönetim komutanının cezaevi müdürlüğüne getirdiği 'solcu' binbaşı koğuşları denetlerken gözü bir masanın üzerindeki yeni boyanmış orak çekiçli desene ilişince 'beraberlik' havaya uçtu. 'Teessüf ederim' dedi binbaşı. Resim malzemeleri toplatıldı, gülümsemeler depoya kalktı. Kıbrıs'ta savaş sürerken cezaevinde barış olmuyordu. İlişkinin 'fıtrat'ı buna elvermiyordu. Birkaç yıl sonra, Mamak Askeri Cezaevi'nde bir nöbetçi er bu ilişkiyi haykırarak vecize kıvamında özetleyecekti: 'Bu kapıdan içeri giren herkes benim düşmanımdır.'
"Tektaş, kibar, müşfik, meraklı, saygılı, gösterişten, şiddetten, çatışmadan hazzetmeyen, bilgili, düşünceli, harika bir insandı. Ama Kıbrıs'ı ortadan ikiye ayırmakla meşgul devlet için 'düşman'dı. Tektaş Kıbrıs'ta bir işgalin yürütülmekte olduğunu saptamakla yetinmemiş, bu bilginin halka ulaşması için sorumluluk üstelenmiş, eyleme geçmişti. Üzerinden elli yıl geçtikten sonra Kıbrıs'ta olan biteni bugün BM kararlarında yazıldığı gibi okumak münhasıran solcu olmayı dahi gerektirmeyen sıradan bir işlem gibi görünebilir. Ne var ki, 1974 yazında, Türkiye'de 'faşist Sampson darbesini durduran', 'Atina'daki faşist Albaylar cuntasını yıkan 'Barış harekatı' nda keramet bulmayacak solcu parmakla sayılırdı. Deniz Gezmiş'in siyasi mirasını tefsire gelince kılı kırk yaran nice 'devrimci' iki yıl önce Denizleri idam ettirmiş orduya 'anti-faşistlik' yüklemekten ar etmez, 'entelijansiya'nın yüzü milliyetçilik ve militarizmin kollarına atılmaktan kızarmazdı. Sol, Kıbrıs mevzusunda Kıbrıs toplumunun taleplerini merkeze alan doğru bir tutuma ulaşıp tasfiyeden kurtularak bugünlere varabildiyse bunu Tektaş gibilerin sebatına; devlete, savaşa ve barışa dair Marksist fikriyatı ayakta tutmak için ödedikleri bedellere borçlu..."
"Çebi"nin bu insanlardan biri olduğunu bilmem için, onun 1980 sonrası gittiği sürgünden dönmesi, benim uzun süren bir hapisliği bitirmem, ÖDP'nin kurulması, Türkiye 12 Eylül rejiminden çıkarken, Sovyetler Birliği'nin çökmesi, bütün gençliğimizin içinde şekillendiği "iki kutuplu dünya"nın yıkılması, "Soğuk Savaş"ın sona ermesi, Yeni Sağ'ın kudurduğu, Kürt Savaşı'nın patlak verdiği bir dönemde yeni bir tecrübeye atılmamız gerekti. Bakın, "Çebi" o süreci ne kadar belagatle özetlemiş:
"ÖDP çok az şey söyleyerek yola çıkmıştı; söylediği o çok az şeyin Türkiye solunun ortalaması olduğunu varsayıyorduk. Fakat bu ortalamada çok az olan söz, dünyadaki ve Türkiye'deki toplum hayatını, bu hayatın kendi içinde taşıdığı potansiyel zenginlikleri ifade etmeye, kavramaya ve ona tarihsel bir yol göstermeye yetmiyordu. Eşitlik istediğimizi söylüyorduk, ama özgürlüğü vurguluyorduk. Özgürlük soyut bir kavram ve sırf özgürlük olarak kavranılıp tartışıldığında hiçbir şey ifade etmiyor, ya da herkes için başka bir şey ifade ediyor. Bu nedenle ÖDP sınıflar, sınıf mücadelesi, bu mücadelenin bugünkü sorunları için herhangi bir çözümleme getiremiyordu. Başladığı noktada sözü oydu. Bu sözü zenginleştirerek götürebilirdi, yapamadı. Biz dünyanın büyük ölçüde klasik işçi sınıfı mücadelesinden uzaklaştığını, başka alanlara kaydığını, bu mücadelenin biraz da nesnel temelinin küreselleşme, globalizm denen olgular tarafından eritildiğini varsayıyorduk. Teorik arayışlarımız giderek o yöne yoğunlaşıyordu. Fakat dünyanın somut gerçekliği, yanlış olduğumuzu, oralardan sınıf mücadelesi temelinde eşitlik ve özgürlük için yol açılamayacağını gösterdi. Dilimize de sınıf kavramı bu nedenle yeniden girmeye başladı.
"Reel sosyalizm yok artık. Kapitalizm var, emperyalizm var, ve onun esasen doğasında, başlangıcından beri olan küreselleşme, bu kez bunun hiç göğüslenemediği bir dünyada yayılmaya ve hegemonya oluşturmaya başladı. Dünyanın güney-kuzey gibi, yoksullar-zenginler gibi, sosyalist-kapitalist ikileminden farklı olarak ortaya çıktığı bu on yıl içinde, giderek şu görüldü: Marksizm kendini, bu yüzyılın başında Lenin'in de denediği gibi, yeniden kurabilmek bakımından, bu yeni temeli esas almak durumundadır. Marksizmden kurmuyorum bunu; konuşacağız, birlikte tartışacağız. Ama bana öyle geliyor ki, reel sosyalizm olarak denenmiş ve bitmiş eşitlik ve özgürlük arayışının yerine, bu kez evrensel bir arayışın şartları, nesnel koşulları geldi ve oturdu. Bu söylediğim, reel sosyalizmi kuranların işi beceremedikleri gibi bir suçlama içermiyor. Düşündükleri ve yapmaya çalıştıkları şey evrensel bir kurguya dayanıyordu, ama lokal kalması, sonunda etkili oldu. Bugünkü dünyada emperyalist-evrensel hegemonyanın, küreselleşme kılıfı altında ifade edilen şeyin üstesinden gelebilmek bakımından marksizm, donanımsız. Bu aşamada klasik marksist kavrayışa anarşizm eklemek gerektiğini düşünüyorum. Eklemek belki yanlış, aşılamak lâzım. Marksizm, yetmiş yıl boyunca, nasıl fabrika yaparım, nasıl gelişirim, insanın karnını nasıl doyururum gibi, savaştığı düşmanının sorunlarıyla kendini şartlandıran ve oradan yol bulmaya çalışan bir projeydi. Savaştığı düşmanına benzedi marksizm. Oradan devraldığımız marksizmi yaratıcı biçimde geliştirmek anlamında düşünüyorum şimdiki "isyan"ı. Bu "isyan" dediğimiz şeyi benim gibi birinin temennisi olmaktan ileri götüren bir dünya gerçekliği var. Üçüncü dünya dediğimiz, diyelim Usame bin Ladin'in tepkisinde ifadesini bulan şey, Filistin halkının, geri toplumların gösterdikleri direniş, bütün bunlar, Batı uygarlığının bugünkü dünya hegemonyasına, kapitalist uygarlığın hegemonyasına bir tepkiyi ifade ediyor. Kendini şematik biçimde ortaya koyamıyor, anarşizan bir üslûpla ortaya koyuyor. Bu, marksizme gelmelidir."
"Çebi" olmadığında aramızdan neyin kayıp gittiğini resmederken yardıma çağırdığım "haber fotoğrafçısı" mecazıyla anlamak istediğim şey buydu: Marksizm olarak Marksizm'i konuşmaktan çok onun prizmasından bakıldığında görülen şeyi aktarma, yansıtma gücü, bu gücü hareket halinde görmek. "Çebi" üstelik bu melekeleri, ortaokula gitmek için gidiş-dönüş günde 20 kilometre yürüyemeyeceği için formel eğitimi bırakmaya mecbur kaldığı koşullarda, kendi kendisinin eğiticisi olarak edinmişti. Kimbilir belki de bu bir şanssızlık olmaktan çok bir şanstı. Çörtük İsmet gibi, Terzi Fikri gibi, Teslim Töre gibi, o da belki sonraki gelişmesinin çok yönlülüğünü, talihinin, şahsiyetinin kalıba dökülmesine izin vermemiş olmasına borçludur.
Elbette, bir yalvaçtan, bir "ulu kişi"den söz etmediğimizi biliyoruz. "Çebi" hayatı boyunca elbette pek çok kez yanılmış, hiç yanılmadığına en çok inandığı, en kemale erdiğini düşündüğü zamanda bile yanılgılardan kaçınamamış olabilirdi ama, her türlü bencil çıkardan bağımsız olarak, herkesi kendisiyle birlikte hakikati ve ezilenlerin kurtuluşuna giden yolu bulmaya davet etmiş, fikri hür vicdanı hür bir komünist olduğuna ne şüphe.
Oğlunun sözleriyle, "evde hiçbir zaman diğerlerinin aç olup olmadığını sormadan yemek yediğini, TV'de futbol maçı seyrederken kazanan takımı tuttuğunu" görmemişlerdi. Oğlu bunları, "Çebi"nin siyasal yaşamı hakkında esasen pek bir şey bilmediğinin bir kanıtı olarak ifade etttiğini düşünüyordu. Ama, böylece farkında olmaksızın "Çebi"nin özel yaşantısının, siyasal yaşantısının evdeki doğal devamı olduğuna tanıklık ediyordu. "Çebi" iş oraya vardığında herkesi, kurulduğu günden beri sürekli olarak eleştirdiği HDP'ye üye olmaya çağırırken de evdeki yaşantısı kadar doğallık ve sadelikle "kaybeden takım"ı tutmaktan başka bir şey yapıyor değildi.
Marx'ın anlatmaya çalıştığı yaşayacağımız "hikayemiz" de bundan ibaret değil miydi: İnsanla doğa ve insanla insan arasındaki çelişkileri ortadan kaldıran, insanın duyularını insanlaştırıp onları insanın toplumsal ve doğal özüne uygun hale koyan ve "onun kalıcı gerçekliği olarak tepeden tırnağa bütün duyularla donanmış zengin insanı" doğuran bir düzene olan yolculuğumuz...
"Çebi" ömrü vefa ettiği kadar bu yolda yürüdü. Tanığıyız. (EK)