*Görsel betimleme: Fotoğrafta, açık havada yemek hazırlayan bir kadın var. Kadın, mavi desenli bir elbise ve beyaz bir gömlek giymiş. Büyük bir metal tencerede yemek karıştırıyor. Yanında, domates ve diğer sebzelerin bulunduğu bir sepet var. Arka planda, başka insanlar da mutfak işleriyle meşgul durumda, çeşitli kaplar ve pişirme gereçleri etrafta dağılmış halde.
Kapunata yemeği hazırlamak için mutfaktayım. Malzemeler: patlıcan, soğan, sarımsak, domates, biber, zeytin, kapari, tuz ve zeytinyağı.
Hazırladığım malzemeler pişirmeye hazır halde, mutfak tezgâhı üzerinde bekliyor.
Kendimden neler katsam acaba diye düşünüyorum ve çok hızlı bir şekilde birkaç ek dokunuşta karar kılıyorum. Valetta’da tarihi bir restoranda bu tarifi ilk defa tattığım zamana dönüyorum zihnimde.
Yemeğin görseli ile ilk karşılaşmam ve ilk çatalı ağzıma götürüşüm arasında en fazla 3-5 saniye vardır. Hem tat hem koku hem de yemeğin görseli beynimde aynı anda çalıştı ve o sırada bir anda ağzımdan Türkçe bir cümle çıktı; “Aaa bu aynı bizim şakşuka!”.
O sırada karşımda oturan partnerim ne dediğimi anlamaya çalışırcasına bana bakıyor ve ben de gülerek ona Kapunata için yaptığım yorumu İngilizce açıklamaya çalışıyorum.
Zeytin ve kapariyi saymazsak bizim şakşukadan neredeyse hiçbir farkı olmadığını anlatıyorum.
Bu tarifin Malta mutfak kültürüne Sicilya’dan geldiğini ve orijinal adının Caponata olduğunu, dahası, hayattayken Sicilyalı Nonna’sının (anneanne) bu tarifi çok iyi pişirdiğini anlatıyor.
Sicilya, Malta’nın hemen karşı kıyısı ve deniz yoluyla 1 saat 45 dakikada ulaşılabilecek bir mesafede.
Mesafe bu kadar kısa olunca Kapunata tarif de orijinaline bir hayli yakın kalmış.
Dünya üzerinde her bir yemeğin onlarca, yüzlerce hatta binlerce versiyonu olduğuna eminim çünkü tarifler her pişirenin elinde başka bir tada dönüşür. Biz Türkiyelilerin mutfakta iddialı olanları; “sen bir de bu benden dene!” demeyi ihmal etmezler. Elbette ben de aynı şeyi söyledim.
Bu tarife dolmalık fıstık çok yakışır diye düşündüm. Baktım, evde kalmamış. Bu sıcakta dolmalık fıstık almaya çıkmaktansa mutfakta olan, ayıklanmış Antep fıstığını kullanmaya karar verdim.
Sonra gözüm tezgâhın üzerindeki rafta duran kuru kayısı kavanozuna ilişti. Neden olmasın ki dedim kendi kendime. Pek de güzel oldu.
Sicilya’da Caponata, Malta’da Kapunata, Türkiye’de Şakşuka, İspanya’da Pisto Manchego, Fransa’da Ratatouille ve Yunanistan’da Briam.
Görünüşleriyle farklı olsalar da temel malzemeleri ve tatlarıyla oldukça yakın tarifler.
Birbirimize ne kadar benziyoruz ve aynı zamanda birbirimizden ne kadar farklıyız diye geçiriyorum içimden. Ben onlara Sarma, Lahmacun ve Anadolu usulü Kuru Fasulye gibi kendi kültürümden tarifler yapmayı öğretirken, onlar da bana Tavşan Yahni, Bragioli ve Timpana gibi kendi tatlarını öğretiyorlar. Birbirimizin damak tadını, tariflerini, tariflerin getirdiği anıları, mutfaktaki benzerliklerimizi ve farklılıklarımızı öğrendikçe, aramızdaki mesafe her geçen gün daha da kısalıyor.
15 yıl boyunca köşe bucak keşfederek doya doya yaşadığım İstanbul’un en kıymetli bölgesi Tarihi Yarımada oldu benim için. Hâlâ hizmet veriyor mu bilmiyorum ama At Pazarı’nda Gulaş yemek için gittiğim bir kafede, milliyetçi muhafazakâr entelijansiyasından gençlerle aynı mekânı paylaşmanın getirdiği hissiyat, yediğim yemekten aldığım tadın çok ötesindeydi.
Evet, adını bile hatırlamadığım o kafe, benim zihnimde Gulaş olarak kodlandı. Gulaş deyince aklıma anavatanı olan Macaristan’da yediğim Gulaş değil, At Pazarı’nda gittiğim, adını hatırlamadığım o kafe geliyor.
Çünkü bu Gulaş sayesinde milliyetçi muhafazakâr entelijansiyasından gençlerle ilk defa bir araya geldim.
O sırada yemeğim gelene kadar kafedeki İslami şiir ve edebiyat dergilerini karıştırıp, bir yandan da gençlerin neler konuştuklarına dikkat kesildim.
Aynı masaya oturduğumuzda fazlaca tartışacağımızdan emin de olsam, saatlerce susmadan konuşabileceğimizi ve farklılıklarımızın yanı sıra aynılıklarımızı keşfedeceğimize eminim.
Sırasıyla tadı damağımda kalan Kadınlar Pazarı’ndaki Siirtli Büryancı, Galata’daki Lübnan Lokantası, Taksim’in arka sokaklarındaki Suriye Lokantası ve Fatih’teki Özbek Pilavcı’sının yemekleri geliyor şimdi aklıma. Sonra Fatih’te gittiğim Suriye Lokantası’nın adı neydi diye hatırlamaya çalışıyorum. Google’da bir arama yapıyorum ve tam buldum dediğim sırada lokantanın müşteri yorumlarına gözüm takılıyor;
N. Demirtaş: Memleketimize gelip yerleşen ve dükkan açan içeriden gelen ağır yemek kokularının geldiği yer. Pislik içinde ama oturup yemek yiyorlar. Hep erkekler çalışıyor içeride. Hepside yabancı ya suruyeli yada iranlılar
Bilgehan Bakırel: Turkce tabelasi olmadigi icin girmeye cekiniyordum ama şimdi müptelası oldum :) humusu felafeli ve mutebbeli lezzetli ve cok uygun. Çalışanları cana yakın ve anlaşabilcek kadar türkçe konuşabiliyorlar :D sürekli humus alıyorum lezzetinden ve güvenliğinden şüpheniz olmasın.
*Mesajları, orijinal hali ile yayınladık.
Aynı şehri, ülkeyi, bölgeyi paylaştığımız halde birbirimizin tatlarından haberdar olmadığımız bir dünyada birbirimiz hakkında gerçekten ne kadar fikir sahibi olabiliriz diye soruyorum kendime; benim için çok zor.
Bulduğum yorumlar içinden özellikle iki tanesini eklemek istedim buraya. Biri peşinen hüküm vermiş, diğeri ise ön yargılarına rağmen kapıyı aralamış ve kendi deyimi ile “müptelası” olmuş.
Politikacıların ürettiği ve ısıtıp ısıtıp önümüze sunduğu, toplumun büyük çoğunluğunun da afiyetle yediği tüm ötekileştirici söylemleri bir kenara bırakmayı deneyip aynı sofra etrafında buluşabilsek nasıl olurdu diye düşünüyorum. Her ne kadar kulağa bir ütopya gibi gelse de, hayalini kurmak bile gülümsetiyor.
7-8 yaşlarımdayım. Bir Kurban Bayramı günü. Geleneksel bir ailem olmadığı için kurban kesmek gibi bir rutinimiz yok.
Sokakta birbirilerine tabaklarla bir şeyler taşıyan kadınlar, erkekler görüyorum. Babama soruyorum “ne oluyor?” diye. Kurban Bayramı geleneği olarak insanların kestikleri hayvanlardan bir kısmını komşulara dağıttığını anlatıyor. “Peki bize neden gelmediler?” diye soruyorum. “Çünkü biz Aleviyiz” diyor babam.
O zaman çok fazla anlamasam da, istenmeyen bir tür olduğumuzu idrak edebiliyordum. Ama hâlâ büyük bir kesimin kendinden olmayana duyduğu içselleştirilmiş nefreti hazmedemiyorum.
Sofra, ön yargıları törpülemenin, birbirimizin hikâyelerine yakından tanık olmanın, birbirimizi anlamanın en birleştirici tanımı belki de. Dünya birbirimizin sofrası.
Birbirimizi yemek yerine, o sofrada birbirimizin lezzetlerini afiyetle yesek, damağımızda kalan güzel tadın heyecanıyla birbirimizin gözlerine bakabilsek ve üstüne de güzel bir tatlı yedikten sonra kucaklaşarak evlerimize dağılsak… Daha iyi olmaz mıydı?
Bugünlerde Muharrem ayındayız. Kazanlar, tencereler en güzel dileklerle kaynatılıyor. Dilerim her bir tas aşure, tıpkı yapılış amacında olduğu gibi “sevgi ve dostluk” niyetiyle karşılık bulur.
(KA/EMK)