Fotoğraflar: Şener Yılmaz Aslan
“Her şeyi konuşmak iyidir sanıyorlar şimdilerde. Halbuki insan münasebetlerinin çoğu kelimesiz halledilir.”
Yaşayan, nefes alan, ilham veren, dinlerken ve konuşurken gözünün içine bakan iki efsane ile tanışmanın ardından Murathan Mungan’ın muhteşem eseri Kadından Kentler’den bu cümle çınlıyor kulaklarımda. Alamet-i farikası konuşmak olan iki kişi, aktör Sir Ian Mckellen ve politikacı Lord Michael Cashman hakkında yazarken kelimesizlikten bahsetmek abes gelebilir. Ancak ses kayıt cihazının asla aktaramayacağını anlatmanın tek yolu da bu belki.
Sir Ian Mckellen ve Lord Michael Cashman British Council’ın davetlisi olarak bir süredir İstanbul’da. Ziyaretlerinin İstanbul Film Festivali dışında bir amacı daha var: Türkiye’deki LGBTİ örgütleri ile bir araya gelmek, tartışmak, fikir alışverişinde bulunmak…
Bir yanda Britanya’da eşcinsel olmak suç iken sevgilisi ile her gece yasayı çiğnediklerini “Breaking the Law” şarkısına referansla anlatan Mckellen; diğer yanda Ankara’daki ilk homofobi karşıtı yürüyüşte Türkiyeli hak savunucuları ile kol kola yürüyen Cashman. Stonewall Vakfı ile dostlukları, yoldaşlıkları yarım asrı deviren bu iki isimle LGBTİ örgütleriyle toplantıları sonrası ufacık bir odada röportaj yaparken aklımda yarım asrı yarım saate nasıl sığdıracağım sorusu vardı. Ancak ilk sözle birlikte bu kaygı uçuverdi.
“Sevgilimle yasaları çiğniyorduk”
Sahne ışıkları, onun da çok şikayet ettiği mikrofonlardan sıyrılmış bir halde iken Ian Mckellen’da ilk fark ettiğim; her an dışarı çıkmayı bekleyen muziplik oldu. SPoD LGBTİ’nin mutfağında sigara içerken birdenbire, “Kahve” diye içeri dalan; elini omzumuza atıp, “Ah, arkadaşlarla birlikte olmak ne hoş” diyen bir Sir düşünün. Bu Sir aynı zamanda Shakespeare denildiğinde ilk akla gelen isimlerden biri olsun. Kumpanya tiyatrolar dönemini özlemle yad etsin. Üzerine beyaz perdede Gandalf ve Magneto olarak iki ölümsüz performansa adını altın harflerle kazısın. Yetmez, bir de 1988’de “Eşcinselim” desin ve Birleşik Krallık’taki LGBTİ hareketinin en önde gelen isimlerinden birisi olsun. Bütün bunları da muzip bir gülümseme ile taşısın. Hatta açıldığı dönemi ve öncesini şöyle anlatsın:
“Eşcinselliğin yasak olduğu dönemde her gece sevgilimle yasayı çiğniyorduk. Her şey çok olumsuzdu. Yasa, sizi kendiniz hakkında kötü hissetmeniz için yazılmıştı. Ve açık olabilmek, benim uzunca bir süre sahip olamadığım bir cesareti gerektiriyordu. Yasa tarafından lekelenmiş hissediyordum. Kendimden utanmama yol açıyordu. Bu durumun farkına varabilmem için 49 yıl geçmesi gerekti. Ardından ancak beni seven insanların destekleri ile açılabildim.
“Şimdi durup geriye baktığımda yetişkinlik döneminin büyük bir kısmında dürüst olamadığım için utanıyorum. Elbette çalışma arkadaşlarıma, dostlarıma açıktım. Ama kan bağımın olduğu aileme karşı dürüst değildim. Medyaya kendim hakkımda konuştuğumda sakladığım bir şeyler vardı. Dürüst olmadan sadece hayatta kaldım. Bütün o zaman boyunca düşmanlarımla işbirliği yapmışım aslında. Artık yok oldular. Umursadığım ya da korktuğum düşmanım kalmadı. Bunu, bana yapabileceğimi söyleyen kişiler sayesinde başardım. Bir aileye daha doğrusu dünyaya katıldım. En nihayetinde dünya vatandaşı oldum. Eğer kimliğinizle açıksanız, kaçınılmaz bir şekilde enternasyonalist olursunuz. Benim cinselliğim bütün hayatımı şekillendiren bir rehber değil ama bütün hayatımı etkileyen bir hakikat. Eşcinsel bir erkek olarak bir şekilde dünyanın her yerindeki eşcinsel erkekler ve kadınlarla bir bağım olduğunu hissediyorum.”
Sahneye çıkmak, ortama biraz büyü katmak…
Ian Mckellen; LGBTİ aktivizmi ile yaptığı işi, oyunculuğu harmanlayan, birini diğerine ezdirmeyen, kendine özgü bir ahengi yaşatan birisi aynı zamanda. Bunu en çok da oyunculuk hakkında konuştuğunda anlıyorsunuz. Ona İstanbul’da katıldığı bir panelde, “Aktörün diyaframından kuvvet alan ses, sevişmek için kullandığımız en nadide organların yer aldığı ağızdan çıkarak seyircinin kulağına ulaşır. Mikrofonu bu yüzden sevmiyorum. Bu fiziksel teması yapaylaştırıyor” sözlerini hatırlattığımda odayı çınlatan bir kahkaha atıyor. Koltuğunda doğrulup başlıyor anlatmaya:
“Oyunculuk denen şey esasında fiziksel ve duygusal bir temas. Benim gibi utangaç ve cinsel yönelimini saklayan genç bir delikanlı için o dönem sahneye çıkmak, ortama biraz büyü katmak, seyirciyi büyülemek ve etkilemek çok tatmin ediciydi. Ama birisi tamamlanmış, kendini gerçekleştirmiş hissetmek için sahneye çıkmak zorunda kalmamalı.”
Vicious, “pozitif karikatürler” ve sahicilik
Ama sahnede olmanın başka bir albenisi var herhalde. Seyirciyi büyülemekten hoşlanan genç delikanlı 70’li yaşlarında da büyüleme sanatına devam ediyor. Bu defa bir farkla: Hırçın, muzır ve kötücül. Hayır, Magneto’dan bahsetmiyorum. Mckellen ile sohbetimiz herkesin sorduğu Gandalf ve Magneto karakterleri üzerinden ilerlemiyor. Freddie ile devam ediyoruz. Elli yıldır birlikte olan, birbirlerine her türlü madiliği yapan bir gey çiftin hikayesini anlatan Vicious dizisinin Freddie’si. Mckellen’a Vicious’ı soruyorum:
“Bu programı yapma fikri Mark Ravenhill’dan geldi. Kendisi çok başarılı eşcinsel bir yazar. Eğer onunla devam etseydik şu an belki çok daha radikal bir program izliyor olacaktınız. Ancak Ravenhill başka işlerinden dolayı devam edemedi. Şimdi Amerikalı yine eşcinsel bir yazarla, Gary Janetti ile çalışıyoruz.
“Vicious’taki karakterler karikatür. Ama pozitif karikatürler. Eskiden televizyonda yer alan her eşcinsel karakter güldürü nesnesiydi. Sevişmiyorlardı, hatta seks üzerine konuşmuyorlardı. Sadece kırıtıyorlardı ve buna gülüyorduk. Bütün bunlara karşı biz başka karakterler yaratmak istedik. Freddie ve Stuart, stereotip karakterler değil. Gerçekler. Televizyonda güldürü nesnesi olabilen eşcinselleri izlemiş, zorlu zamanlar atlatmış, bencil oldukları için eşcinsel hakları mücadelesine hiç katılmamış ama gizli olmayan iki kişi. Aynı zamanda birbirine korkunç davranan bir çift. Böyle çok çift var. Birbirinize kötü davranmak için gey olmanız da gerekmiyor.”
“Dünyayı değiştirmek o kadar heyecan verici ki”
Çiftler, birbirine kötü davranmak üzerine konuşup güldükten ve Vicious’ın temsilcisi olduğu nesne yerine özne olan eşcinselleri konuştuktan sonra yapabildiğimiz kadarıyla ciddileşiyoruz. Türkiye’ye gelen her yabancı konuğa sorulan o klişe soruyu soruyorum: Türkiye sizin oradan nasıl görünüyor? Cevabı, “Üç gündür İstanbul’dayım ve Türkiye hakkında her şeyi biliyorum. İstediğini sor” oluyor. Bu cevapla birlikte bir klişeyi daha gerçekleştirmenin rahatlığıyla sohbet devam ediyor:
“Nerede olursanız olun toplumu değiştirmenin yolu kendine dürüst olmak ve kendini gerçekleştirmekten geçiyor. ‘Ben neysem oyum’ diyen her insan en az yüz kişiyi etkiliyor. Hepimizin kendimiz olabildiği, kendimiz olduğumuz için saygı duyabildiğimiz bir dünyayı arzulamıyor muyuz? Kimliği hakkında açık olabilen bizlerin açık olamayanların hayatlarını kolaylaştırabilmesi gerekiyor. Dünyayı değiştirmek o kadar heyecan verici ki… Biriyle konuşursun, eşcinsel olduğunu söylersin, onun bu durumla bir problemi kalmadığında belki bir imza atar, belki yürüyüşe gelir. Mesaj çok basit: Özel bir muamele istemiyoruz, lütfen bize özel muamelelerle gelmeyin. Ve belki ben İstanbul’a bundan 10 yıl sonra geldiğimde senle küçük bir odada değil kocaman bir sarayda röportaj yapacağız. Kim bilir?”
Hayatı kötüye giden diğerlerini bulmak…
Bu cümlenin ardından biraz duraksıyor. Camdan dışarı bakıyor. Röportaja geri döndüğünde yaklaşan referandum ile devam ediyor:
“Türkiye ile ilgili düşündüğümde önümüzdeki Pazar günü yaşanabilecekler konusunda endişeliyim. Ama bir yandan bunu buradaki herkes yaşayacak. Sadece eşcinselleri hedef alan bir mesele yok. Önümüzdeki Pazar gününden sonra Türkiye’deki eşcinsellerin hayatları daha kötüye gidebilir ama kendi kabuğuna çekilmeye gerek yok. Hayatı kötüye giden diğerlerini bulmak lazım belki de. Olası müttefikleri… Müttefiklere ihtiyacımız var.”
“Sorunlarımız küresel ancak olumlu gelişmeler de oluyor”
Mckellen, müttefiklerden bahsettikten sonra dönüp yarım asırlık dostu Lord Michael Cashman’a bakıyor. Ve Cashman sözü Mckellen’ın bıraktığı yerden tamamlıyor:
“Küresel sorunlarla karşı karşıyayız. Kimin aklına ABD’de 2017 yılında LGBTİ kişilerin hakları ile ilgili endişeli olacağı gelirdi? Türkiye ile on yıllardır çok yakın temasım var. 14 yıldır bir evim de burada. Ve cidden olumlu gelişmelere de şahit oldum. Çok daha fazla kişi açılıyor, aileler daha anlayışlı. Kaos GL ve diğer örgütler sosyal medya vasıtasıyla çok daha fazla insana ulaşabiliyor.”
“Zorlukla karşılaştığımızda buna karşı koyacak gücü de buluyoruz”
Cashman, uzun yıllar Avrupa Parlamentosu’nda Britanya İşçi Partisi temsilcisi olarak yer almış, partisinin insan hakları politikalarını derinden etkilemiş, Mckellen ile birlikte ülkesinin en köklü LGBTİ kuruluşlarından Stonewall’un kurucuları arasında yer almış bir isim. Şimdilerde İşçi Partisi’nin küresel LGBT elçiliğini sürdürüyor. Bütün bunların yanı sıra Cashman, Mckellen’ın da şakayla karışık dediği gibi “eski bir aktör”. BBC’nin East Enders dizisinde Colin Russell karakterini canlandıran Cashman, İngiliz pembe dizilerindeki ilk “gey öpücüğe” hayat verdi.
Türkiye ile bağlantısı ise çok eskiye dayanıyor. On yıllardır gidip geliyor, 14 yıldır da Datça’da bir evi var. Eşi, oyuncu ve insan hakları savunucusu Paul Cottingham, 2014’te hayatını kaybedene kadar Datça’da yazlarını beraber geçirdiler:
“Eski Datça’daki köyümüzde Paul ile birlikte yaşadığımızda ikimiz de açıktık. Başta merak unsuruyduk. Kimin bulaşıkları yıkadığını, kimin bahçeyi suladığını merak ediyordu komşularımız. Zamanla o küçük köy bize ev oldu. Yine ben Ankara, İstanbul ve İzmir’den çok sayıda kişinin kendileri olabilmek için bir araya geldiğini görüyorum. Türkiye’de yaşlı nesilde de değişimi görüyorum ve optimistim. Her şey kolay olduğunda LGBTİ’ler olarak sıkılıyoruz biraz da… Ama zorlukla karşılaştığımızda buna karşı koyacak gücü de buluyoruz.”
2008 yılında Ankara’daki ilk homofobi ve transfobi karşıtı yürüyüşte Meclis’e yürüyen isimlerden biri olan Cashman, kaybettiği eşi Paul’dan bahsederken gözleri yaşarıyor, “Birlik olunca birçok şeyi değiştirebiliriz” diyor.
Zaman hızlı geçiyor. McKellen’ın Boğaziçi Üniversitesi’ndeki söyleşiye yetişmesi için röportajı bitirmemiz gerekiyor. Ses kayıt cihazı kapandığında ben de o ana kadar güçlükle sürdürdüğüm gazeteci rolünü bir kenara bırakıyorum. Hem Mckellen’ın hem Cashman’ın bahsettiği birbirine değme, birbirini anlama hissi her şeyden ağır basıyor. Ve insan münasebetlerinin çoğu gibi röportaj da kelimesiz bitiyor. Her programa şalıyla katılan Mckellen’a boynumdaki şalı veriyorum. “Sen ne takacaksın peki” diye sorduğunda, “Başka şal bulurum” dememe kalmadan o da kendi boynundakini çıkarıp bana veriyor. Şal değiş tokuşumuz Cashman’ın da katılmasıyla bütün hüznü dağıtan bir gülümsemeye dönüşüyor. Sonuçta o küçücük odada koca bir dünyaya sahip olduğumuzu bir kez daha fark ediyoruz… (YT/ÇT)