Binlerce Kürt çocuğunun sudan gerekçelerle Terörle Mücadele Kanunu kapsamında yaşlarından büyük hapis cezalarına çarptırılması, seçilmiş belediye başkanlarının tutuklandığı KCK operasyonları, hükümetin Kürt açılımına destek vermek için Habur'dan girenlerin yargılanmaya başlaması, onlarca gazetecinin Kürt sorununa ilişkin haberleri yüzünden yargılanması veya mahkûm olması, TSK'nin ülke içinde ve sınır dışında askerî operasyonlara hız vermesi, Abdullah Öcalan'ın "31 mayıstan sonra sorumluluk Kandil'de" açıklamasından sonra PKK'nın saldırılarının artması ve son olarak Hakkâri'de yaşananlar, Türkiye'yi hızla etnik çatışmanın eşiğine getiriyor.
'Sözün bittiği' daha doğrusu, 'söz'ün karanlık güçlerce bilinçli olarak bitirildiği bir atmosferde ne faydası olacak bilmiyorum ama Kürt milliyetçiliğinin ve Türk milliyetçiliğinin buna verdiği karşılığın 100 yıllık serencamını bir kez daha özetlemek istiyorum. Yer sorunu yüzünden dışarıda bıraktığım İran, Irak, Suriye ve SSCB coğrafyasındaki Kürtlerin modern tarihini bilmeden bu tarihçeyi tam olarak anlamlandırmak mümkün değil ama bu haliyle bile bugünkü çıkmazın temel nedeni olan PKK'yı bir sonuç değil bir neden olarak gören resmî görüşün ve son olayları 'Türkiye'yi kıskanan uluslararası güçlerin komplosu' olarak gören AKP görüşünün ne kadar yanlış olduğunu gösterebilir diye umuyorum.
***
Kürt milliyetçiliği, Türk milliyetçiliği gibi 1880'lerde filizlenmeye başladı. Başlangıçta her iki etnik grubun da kendi ulus-devletini kurma gibi bir hedefi yoktu. (Bunun nedenleri ayrı bir yazı konusu.) Hedef, II. Abdülhamit'in istibdat rejimini yıkmaktı. Bu amaçla her iki kesim de 1889'da İttihat ve Terakki Cemiyeti'nde (İTC) birleştiler.
İki taraf birbirine öyle yakındı ki, İTC 1913'ten itibaren Türk milliyetçiliğine evrilirken bile Kürt kökenli aydınların ezici kısmı hareketin içinde kaldılar. Türkçülük akımının güçlü bir damar halinde ortaya çıktığı 1918'de kurulan Kürt Teali Cemiyeti'nde toplanan Kürtler ise, kültürel kimliğin ötesine geçmişlerdi ama ortak bir siyasi tavır geliştirememişlerdi.
Örneğin cemiyetin başkanı Seyyid Abdülkadir sıkı bir Osmanlıcı idi ve siyasi hedefi Hilafeti de koruyarak Osmanlı Devleti içinde Kürtlere otonomi (özerklik) verilmesiydi. Ancak bunun için Kürt toplumundan çok ABD, Britanya ve Fransa gibi dış güçlere bel bağlamıştı. Cemiyetin belkemiğini oluşturan Bedirhanlar ve Cemilpaşazadeler gibi Kürt aristokratları ise bağımsız bir Kürdistan için mücadele ediyorlardı.
Siyasi hedefin belirsizliği
Milli Mücadele döneminde Kürtlerin siyasi bölünmüşlüğü devam etti. Bazı Kürtler Doğu Anadolu'da bir Ermeni devletinin kurulmasından endişe ettikleri için Kemalist güçlerle işbirliği yapmayı seçtiler. Böylece 1919'da toplanan Erzurum ve Sivas Kongrelerine ve 1920'de açılan (T)BMM'ye Kürt kökenli pek çok kişi delege ve milletvekili olarak katılmayı kabul etti. Bu katılım, ileriki yıllarda resmî tarihçiler tarafından 'Kürtler kendi kaderlerini tayin hakkını, Türklerle birlik olma yolunda kullandılar' propagandasına malzeme yapıldı.
Kongrelere veya Meclis'e katılmayan Cibranlı Miralay Halit Bey, Seyid Abdülkadir, Bedirhaniler ve Cemilpaşazadeler gibi unsurlar ise Kemalist grupla açıkça çatışmaktan kaçınarak, gizlice özerklik veya bağımsızlık hedeflerini gerçekleştirmeye çalıştılar ve bu bağlamda Büyük Devletlerle temas içinde oldular.
Ancak bu kesimler, bütüncül bir proje ortaya koyamadılar. Örneğin İtilaf Devletleri'nin Birinci Dünya Savaşı'nın hesabını görmek üzere Ocak 1919'da topladığı Paris Barış Konferansı'nda Kürtleri, Kürtçe bilmediği söylenen Osmanlı Devleti'nin Stockholm Büyükelçisi Şerif Paşa temsil etti. Şerif Paşa'nın Sevr'de Ermeni heyetinin Başkanı Bogos Nubar Paşa'yla imzaladığı muhtıra, Kürt ülkesinin sınırlarını Van Gölü'nün güneyinden geçirdiği ve fazlaca topraksal tavizler içerdiği için Bedirhanlar tarafından; "Ermeni gâvuruyla uzlaştığı" için de Şemdinanlar tarafından reddedildi.
Kürtlerin kadim Ermeni korkusundan ustaca yararlanan Mustafa Kemal'in örgütlediği Doğu Anadolu'daki bir dizi Kürt aşiret reisi, Şerif Paşa'ya çektikleri telgraflarla Şerif Paşa'yı temsilcilik görevinden istifa ettirdiler. Böylece Paris'te ve onu izleyen Sevr sürecinde Kürt talepleri ancak sınırlı şekilde masaya geldi. Nitekim Kazım Karabekir anılarında Türk-Kürt ittifakının özel bir çaba sarf edilmeden, sadece Kürdistan'ın Ermenistan olma tehdidiyle karşı karşıya olduğu hatırlatılarak kurulduğunu söyleyecekti.
Koçgiri 'milli' isyan mıydı
1920'de Milli Aşireti ve Bahtiyar (Cemil Çeto) Aşireti gibi Kemalist Türk milliyetçilerine açıkça meydan okuyanlar da vardı ama bu isyanların hem siyasi talepleri net değildi, hem de yerel kalmışlardı. Dolayısıyla kolayca bastırıldılar ve kolektif bellekte önemli yer tutmadılar.
Mart-Nisan 1921'de Sivas havalisindeki 135 köyden oluşan Koçgiri Konfederasyonu'nun isyanı ise bunlardan farklıydı ama ortada hâlâ 'milli bilinç' yoktu.
Örneğin, bölge Kızılbaş-Alevi ağırlıklı bir nüfusa sahip olduğu halde, Dersimli toplum önderleri örgütlenme çalışmalarını "Hilafet Ordusu Müfettişi" sıfatıyla yapmışlar, bu çalışmaların sonunda Ovacık-Kemah bölgesindeki halk 'Padişahın emri olmadığı için' Kemalistlere asker vermek istememişti.
Askerî yöntemlerle isyanı bastıramayan Ankara, siyasi manevralarla Dersimlileri ikiye bölmeyi başarmış, Diyap Ağa, Meço Ağa, Ahmet Ramiz, Mustafa Bey, Hasan Hayri gibi Hozat-Ovacık liderlerini Dersim mebusu olarak Meclis'e katılmaya ikna etmişti.
Aynı günlerde 72 Kürt mebusu üzerlerinde yerel giysileri ile Meclis'e getirilmişler ve İtilaf Devletleri'ne Ankara hükümeti ile beraber olduklarını bildiren bir telgraf çekmişlerdi.
Bu mebuslar arasında en ateşlisi olan Hasan Hayri Bey, Meclis'teki görüşmeler sırasında Türk-Kürt kardeşliğinden ve iki kavmin ayrılmayacağından o kadar heyecanla söz etmişti ki, Mustafa Kemal ertesi gün Hasan Hayri'nin Kürt milli giysileriyle Meclis'e gelmesini istemişti.
Bunun üzerine, Koçgiri isyanının siyasi önderleri Baytar Nuri Dersimi, yöneticilerinin ağırlıklı olarak Sünni olduğu ancak 'milli' esaslara göre hareket ettiği Kürt Teali Cemiyeti'nden "Kürtlerin bölünmüşlüğüne son verilmesini" talep etmiş, Cemiyet ise duruma müdahale etmemişti.
Nuri Dersimi bunun üzerine İtilaf Devletleri'nden yardım istemiş ama kendi ifadesiyle "ne İngilizler ne de Fransızlar, yekvücut davranmaktan aciz Kürtler uğruna giderek konumu güçlenen Kemalist hareketi karşısına alacak kadar maceracı" oldukları için bölünmüş Kürtleri Ankara'nın tepelemesi hiç de zor olmamıştı.
Lozan'da Kürtler var mıydı
Kasım 1922-Temmuz 1923 arasında Lozan Barış Görüşmeleri sürerken Mustafa Kemal'in, İtilaf Devletleri'nin Kürtleri savunmak için duruma müdahale etmelerini engellemek ve Kürtleri ayrı bir çözüm aramaktan caydırmak için, Kürtlere özerklik anlamında yorumlanabilecek bazı vaatlerde bulunduğu doğruydu ama bu vaadin arkasını takip edecek yekvücut bir Kürt siyasal hareketi yoktu.
Nitekim Lozan'da Türk Heyeti'ni temsil eden (Kürt kökenli) İsmet İnönü, 12 Aralık 1922 tarihli oturumda "Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti, Türklerin olduğu kadar Kürtlerin de hükümetidir. Çünkü Kürtlerin gerçek ve meşru temsilcileri Millet Meclisi'ne girmiştir. Türklerin temsilcileriyle aynı ölçüde ülkenin hükümetine ve yönetimine katılmaktadırlar.Kürt halkı ve meşru temsilcileri, Musul Vilayeti'nde oturan kardeşlerinin anayurttan ayrılmasına razı değillerdir" dediğinde Lord Curzon "umarım öyledir" diye cevap vermişti.
Ancak İnönü haklıydı, Lord Curzon yanılıyordu. Musul'un terk edilmesi ihtimaline karşı Meclis'teki Kürt milletvekilleri susarken, en ağır eleştirileri Hüseyin Avni (Ulaş) Bey, Ali Şükrü Bey gibi Türk asıllı milletvekilleri yapmıştı.
Şeyh Said İsyanı'nın dersleri
Elbette, 24 Temmuz 1923'te Lozan Barış Antlaşması'nın imzalanmasıyla birlikte Ermeni tehlikesini tamamen savuşturmuş olan Kemalist hareketin artık Kürt ittifakına ihtiyacı kalmayınca olanlar olmuştu. Mart 1924'te TBMM neredeyse oybirliği ile Halifeliği kaldırırken, 1921 Anayasası'ndaki 'mahalli idarelere özerklik tanıyan' maddeler, 1924 Anayasası'na konmadığında ve vatandaşlık tanımı 'Türklük' esasına göre yapıldığında, Sünni-Şafii Kürt milletvekilleri karşı çıkmadılar.
Hilafetin kaldırılmasını bahane ederek, Şubat 1925'te Nakşibendî Şeyhi Said'in önderliğinde Sünni Zazalar isyan ettiğinde, henüz 'Kürt milliyetçiliği'nden söz edilemeyeceği iyice netleşti.
Çünkü Kızılbaş Kürtlerin yurdu Batı Dersim'den Karaballı, Ferhatuşağı, Abbasuşağı aşiretleri isyancılara destek vererek Hozat'ı ve Bitlis'i basmak için görüşmeler yapmışlarsa da Dersim'in geneli ayaklanmaya ilgisiz kaldı. Varto'daki Kızılbaş Hormek, Lolan ve Heydaran aşiretleri hükümet kuvvetlerinin yanında savaştı.
Ama daha önemlisi, Diyarbakır ve Elazığ gibi Sünni Kürtlerin ağırlıkta olduğu şehir merkezleri de isyancılara destek vermedi. İsyancıların lideri Şeyh Said akrabası Binbaşı Kasım Bey'in işbirliğiyle yakalanınca hem siyasi, hem askerî açıdan örgütlü olan Türk tarafı, isyanı kolayca bastırdı.
Ayrıntı sayılabilir ama sembolik açıdan manidar şu bilgileri de not edelim: Şeyh Said'i yargılayan Şark-İsyan Bölgesi İstiklal Mahkemesi üyelerinden Ali Saip Ursavaş da bir Kerküklü bir Kürt'tü. Kürt Teali Cemiyeti'nin başkanı Seyit Abdülkadir mahkemede Kürt olmadığını söylemişti.
Diyarbakırlı Kürt aristokrasisinin en önemli ailelerinden birinin oğlu olan Cemilpaşazade Ekrem ise isyandan haberi olmadığını söyleyerek paçayı kurtarmıştı.
Ağrı ve Dersim tecrübeleri
İşte ancak Şeyh Said İsyanı'nın acı tecrübelerinden sonradır ki, Kürtler, bundan böyle devletin egemen doktrininin din kardeşliği değil Türk milliyetçiliği olacağını anlamaya başladılar.
Buna karşı cevabı da benzer bir şekilde 'Kürt milliyetçiliği' ile vermeyi ilk kez denediler. Nitekim, 1926-1930 yılları arasında Sünni, Alevi ve seküler kesimler (ve dahi Ermeni milliyetçileri) ortaklaşa davranıp Ağrı Dağı'nda bir Kürt cumhuriyeti kurmaya çalıştılar ama bu sefer de gerek Türkiye ile İran'ın, Kürtleri ezmekteki ortak kararlılığı, gerekse İran'daki Kürt aşiretlerinin Ağrı'daki oluşuma destek vermemesi üzerine bir kere daha yenildiler.
1937-1938'de "Dersimli okşanmakla kazanılmaz. Silahlı kuvvetlerin müdahalesi Dersimliye daha çok tesir yapar ve ıslahın esasını teşkil eder. Dersim evvela koloni gibi nazarıitibara alınmalı. Türk camiası içinde Kürtlük eritilmeli, ondan sonra ve tedricen öz Türk hukukuna mazhar kılınmalıdır" düsturunu izleyen Ankara'nın hem Kürt, hem Kızılbaş, hem Ermeni dostu hem de modernleşme karşıtı olarak egemen ideolojinin mutlak ötekisi olan Dersim'i zapturapt altına almak için en sert tedbirleri almaya kalktığında, buna Sünni-Şafii Kürtlerden sembolik adımlar dışında ciddi bir destek gelmedi.
Sembolik destek ise, Şeyh Sait'in kardeşi Şeyh Abdurrahim'in yanında 20-30 kişiyle birlikte Suriye'den Türkiye'ye geçmesiydi. Ancak grup Türk devleti ile af karşılığı bir antlaşma yapan bir Kürt yüzbaşının ihbarı sayesinde yakalandılar ve Bismil yakınlarında öldürüldüler.
Ağustos 1938'e kadar süren ve bombardıman uçaklarının, zehirli gazların kullanıldığı askerî operasyondan sonra, Genelkurmay kaynaklarına göre "Tarama bölgesinden ölü ve diri 7.954 kişi çıkarılmıştı." Gerçek sayının ne olduğu hâlâ öğrenilemedi.
Taramanın ardından İçişleri Bakanı Şükrü Kaya tarafından bizzat seçilen 3.470 kişiden oluşan 347 aile Tekirdağ, Edirne, Kırklareli, Balıkesir, Manisa ve İzmir gibi Batı illerine serpiştirilerek yerleştirildiler. Binlerce Kürt kızı Türk ailelerine evlatlık olarak verildi. Dağlara sığınanların mücadelesi 1946 affına dek sürecek, bölgenin yasak bölge olmasına ise ancak 1948'de son verilecekti.
Sonuç olarak, 1921-1938 arasında, kimi feodal, kimi kültürel, kimi dinî, kimi siyasi taleplerle defalarca Türk devletiyle karşı karşıya gelen Kürt toplumu, Alevi-Sünni, Alevi-Alevi, Sünni-Sünni çatışmaları, aşiretler, bölgeler, aileler arası çatışmalar yüzünden bölünmüş olduğu için ve bunun doğal sonucu olarak da toplumsal, ekonomik ve siyasi örgütlenme açısından yetersiz olduğu için, kendisinden çok daha örgütlü olan Türk milliyetçiliği ve onun düzenli ordusu karşısında başarısızlığa uğramıştı.
Parti çok ama politika tek
En basit talepleri bile baskı, zulüm, yıldırma, silah, bomba, hatta zehirli gaz gibi sert yöntemlerle karşılanan Kürtler, 1946'da 'Çok Partili' yaşama geçildiğinde sindirilmiş durumdaydılar. 14 Mayıs 1950'de yapılan tarihî seçimlerde bazı Kürt toplum liderleri Demokrat Parti (DP) listelerinden aday olurken, Kürtlerin büyük bir bölümü oylarını ilk kez CHP'ye değil, DP'ye verdiler.
Bunun altında yatan en önemli neden CHP'nin 1945'te uygulamaya çalıştığı ancak başarısız olduğu Toprak Reformu idi. Ancak CHP ile Kürt feodalleri arasındaki ittifak 1957'ye kadar sürdü. Çünkü DP'nin modernleşmeci projeleri Kürtleri kapsamıyordu.
Bu tarihlerden itibaren Türkiye'nin modernleşmesiyle uyumlu olarak çeşitli kesimlerden Kürt çocukları üniversite eğitimi için büyük şehirlere gelmeye başladılar. Bu kesimlerin çıkardığı bazı yayın organları aracılığıyla Kürt tarihi, uygarlığı ve edebiyatı dünyaya, komşu halklara ve Kürtlerin daha çok kentli kitlelerine ulaştırıldı. Kahire ve Erivan'dan yapılan Kürtçe yayınların da katkısıyla 'etnik kimlik bilinci' artık bir avuç Kürt milliyetçisinin özel alanı olmaktan çıkmaya başladı.
Ama Kürtlük bilincini en fazla etkileyen olay, 14 Temmuz 1958'de Irak Kralı Faysal'ın General Abdülkerim Kasım tarafından kanlı bir darbeyle tahttan indirilmesinden sonra İran'da kurulan Mahabad Cumhuriyeti'nin önderlerinden olup 1947'den beri sürgünde olan Molla Mustafa Barzani'nin Bağdat'a çağrılması ve Kürtlere Kerkük'ün de içinde olduğu bir otonom bölge sözü verilmesi oldu. Bu durum Menderes Hükümeti'ni tedirgin edince yeni bir sertleşme dönemine girildi.
General Kasım darbesinin birinci yıl kutlamaları sırasında, 14 Temmuz 1959'da Kerkük'te bir grup Türkmen'in Irak ordusunca katledilmesine misillime olarak, MİT'in (o zaman MAH) önerisiyle 1.000 ila 2.500 kişilik bir Kürt grubunun 'tenkil' edilmesi fikriyle başlayan 'beyin fırtınası' sonucu 49 Kürt aydın idam cezası ile mahkemeye verildi. 49'ların davası sürerken 27 Mayıs 1960 darbesi gerçekleşti.
Cemal Gürsel'in tehdidi
27 Mayısçıların feodalizmden kaynaklandığını düşündükleri Kürt meselesine buldukları çare ise feodalizmi çözecek bir toprak reformu yapmak değil, 1 Haziran 1960'ta bölgelerinde etkili olan toprak ağalarından, aşiret reislerinden, şeyhlerinden ve Kürt milliyetçisi olduğundan şüphelenilen 485 kişinin Sivas-Kabakyazı'da açık arazide kurulan bir kampa kapatılmasıydı.
Ayrıca geleneğe uygun olarak, siyasetlerini Kürt kimliğinin inkâr üzerine kurduklarını gösteren raporlar hazırladılar. Hatta darbecilerin cumhurbaşkanı Cemal Gürsel, 16 Kasım 1960 tarihli İsveç gazetesi Dagens Nyheter'de çıkan demecinde şu tehdidi savurmuştu: "Eğer yola yordama gelmezlerse, dağlı Türkler (Kürtler) rahat durmazlarsa, ordu, şehir ve köylerini bombalayıp yıkmakta, tereddüt etmeyecektir. Öyle bir kan gölü olacaktır ki, onlar da ülkeleri de yok olacaktır."
TİP ve DDKO deneyimi
Dünyada devrimci kalkışmanın moda olduğu yıllarda, solcu Kürt aydınları siyasi taleplerini 1961'de kurulan Türkiye İşçi Partisi (TİP) içinde dile getirmeye başladılar. Muhafazakâr Kürt aydınları ise Irak'taki Barzani hareketine eklemlenerek, Türkiye Kürdistan Demokratik Partisi'nde (T-KDP) örgütlendiler.
TİP'teki 'Doğulular' kanadının etkisiyle, TİP literatüründeki adıyla "Doğu Meselesi" Türkiye'nin gündemine taşındı, ancak konuyu kamuoyuna mal etmek için, T-KDP'li muhafazakârlarla ve TİP'li solcular elbirliği yaptılar ve 1967'de çeşitli il ve ilçelerde 'Doğu Mitingleri' düzenlendiler.
Mitinglerde, Doğu'nun ihmal edilmişliği, jandarma ve polis baskısı, fırsat eşitliğinin olmayışı gibi konular işleniyordu. Ancak, bazı Kürt gençleri TİP'i pasif bularak Doğu Devrimci Kültür Ocakları (DDKO) ile Dev-Genç ve Fikir Kulüpleri Federasyonu (FKF) gibi Marksist örgütlerde toplandılar.
Bu örgütlerde sol söylemlerle Kürt milliyetçisi söylemler el ele gitti. Bu oluşumlara, Kürt feodallerinin, ağalarının, Cumhuriyet döneminin sürgünlerinin çocukları da katılınca rejimin muhafızlarında alarm zilleri çalmaya başladı.
12 Mart 1971'de askerlerimizin âdet olduğu üzere siyasete müdahalesi gerçekleştiğinde T-KDP illegal olduğu için sadece üyelerinin yargılanması ile cezalandırıldı ama TİP, Kürt meselesini gündeme taşıdığı için kapatıldı. Kapatma kararından sonra TİP liderleri 15 yıla kadar değişen hapis cezalarına çarptırıldılar.
Bir kez daha anlaşılmıştı ki, devletin en mutedil biçime de olsa Kürt meselesinin dile getirilmesine tahammülü yoktu!
Radikalleşme süreci
TİP'in ve ardından DDKO'nun kapatılmasıyla siyasi taleplerini dile getirecek platformları kalmayan solcu Kürtler, ister istemez, muhafazakârlar gibi gözlerini Molla Mustafa Barzani'nin özerk bir yönetim kurduğu Kuzey Irak'a çevirdiler. Bu durum devletin gözünden kaçmadı ve Şırnak ve Silopi yöresindeki DDKO'lu gençler Diyarbakır ve Siirt İlleri Sıkı Yönetim Mahkemelerinde, "Irak KDP'sinin (I-KDP) uzantısı T-KDP sanıkları" olarak ağır cezalara çarptırıldılar.
1973'te iktidara gelen CHP'li Bülent Ecevit seçim kampanyasında "Doğu'nun sorunlarını çözme" sözü vermişti ama bir süre sonra bundan vazgeçti. Hem legal siyasi partilerden, hem Türk solundan umudunu kesen Kürtler, 1974'te I-KDP'nin ve Barzani'nin Irak'taki ayrıcalıklı konumunu kaybetmesi üzerine sol ile milliyetçiliğin karışımı radikal bir söyleme kaydılar. Bu radikal gruplardan biri hikâyesini geçen haftalarda anlattığım PKK idi.
Bu kesimler, 11 Eylül 1980 askerî darbesinde ilk tutuklananlar arasındaydı. Bir bölümü çok ağır cezalara çarptırıldı, bir bölümü çatışmalarda, faili meçhullerde öldürüldü. Diyarbakır Cezaevi'nde en ağır işkencelerle geçen yıllardan sonra artık, solculuk, sağcılık gibi siyasi kavramlar değil, 'Kürtlük' gibi etnik kavram ağırlık kazanmaya başlamıştı. Bunun ne anlama geldiğini 1984'ten itibaren ülkece anlayacaktık... (BB/EÖ)
Özet Kaynakça: Kemal Kirişçi&Gareth M. Winrow, Kürt Sorunu, Kökeni ve Gelişimi, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1997; Naci Kutlay, 21. Yüzyıla Girerken Kürtler, Peri Yayınları, 2002; Tarık Ziya Ekinci, Vatandaşlık Açısından Kürt Sorunu Ve Bir Çözüm Önerisi, Kuyerel Yayınları, 1997; Martin van Bruinessen, Kürdistan Üzerine Yazılar, İletişim, 1995, aynı yazar, Ağa, Şeyh ve Devlet, İletişim, 2003; Aliza Marcus, Kan ve İnanç, PKK ve Kürt Hareketi, İletişim, 2009; Resmi tarih tartışmaları-6: Resmi Tarihte Kürtler, (Editör: İsmail Beşikçi), Özgür Üniversite Yayınları, 2009.
[email protected]
* Bu yazı 21 Haziran 2010'da Taraf Gazetesinde, Ayşe Hür'ün "Tarih Defteri" başlıklı köşesinde yayımlandı.