Türkiye’de yaşayıp ülkenin kemikleşmiş sorunlarından yakınmayan pek az kişi vardır. Ekonomik anlamda uzun yılların sonunda gelinen nokta tatmin edici gibi görünse de kalkınma problemi halen bütün belirginliği ile ortadadır. Kayıt dışı ekonominin kayıt altına alınması, sosyal adaletin sağlanması ve demografik dengesizliklerin giderilmesi başı çeken sorunlardan yalnızca birkaçı.
Refah düzeyi yükselen toplumun demokrasinin muhafaza edilmesinde önemli bir paya sahip oluşu sosyal bilimlerde geniş kitlelerce kabul edilir. Ancak ekonomik gelişimin demokratik yapıyı güçlendirmesi ya da koruyabilmesi için refahtaki artışın bireylere eşit düzeyde yansıması gerekmektedir. Bunun böyle olmadığı ülkelere hızlı ve dengesiz gelişen ekonomileri örnek verebiliriz. Hızlı gelişen ekonomilerde gelir adaletsizliği ve yolsuzluk önüne geçilemeyen sorunların başında gelecek ve bu tip sorunlar genellikle siyasal istikrarsızlığı beraberinde getirecektir. Gelir dağılımında uçurum yaşanan bir toplumda bireyler büyük kalın çizgilerle ayrılmaya başlayacak; -eğer var ise- dil, din ve ırk gibi farklarla bu kutuplaşma zirve noktalarına ulaşacaktır. Bu durum siyasette popülizmin gelişimine olanak sağlar ve siyasiler bu farklardan faydalanarak kısa vadeli vaatler üzerinden ‘mesleklerini’ uzun yıllar devam ettirirler. Siyasal popülizmin ve bölünmüşlüğün hakim olduğu toplumlarda askeri darbeler ise, kronik kalkınma problemlerini besleyen en son öğeler olarak karşımıza çıkar. Bu tablo muhtemelen birçoğumuza tanıdık gelecektir…
Elbette bir ülkenin siyasi ve iktisadi tarihini birkaç olgu ile özetlemek zor, ancak yukarıdaki öğelerin ülkemizdeki kalkınma sorununda önemli bir rol oynadığını kabul etmek gerekir.
Kalkınma sorununu biraz daha açmakta fayda var: TÜRKONFED’in hazırladığı rapora göre Türkiye orta gelir tuzağında en uzun süre kalan (1955-2005) ülkelerden biri[1]. Diğer bir deyişle ekonomik aktivitenin gerekli kalkınma şartlarını uzun yıllar boyunca oluşturamadığı bir ülke…
Kabaca birtakım ekonomik kriterleri sağlayamama anlamına da gelen orta gelir tuzağından Türkiye gibi 50 sene boyunca çıkamayan diğer iki ülke ise Bulgaristan ve Kosta Rika. Bu sonucun iki temel sorumlusu olduğunu düşünmek pek de şaşırtıcı olmaz: etkisiz devlet ve zayıf özel sektör. Özel sektörün gelişmemiş bölgelerde yatırım yapması ancak devlet teşviki ile gerçekleşebileceği için uzun vadede bölgesel farkların giderilmesi siyasi istikrar ve etkin bir devlet rolüne bağlı kalmıştır. Siyasi ve ekonomik istikrarın birbirini tamamlayıcı özelliği bu noktada daha da belirginleşmektedir.
Türkiye’deki kalkınma probleminin ekonomik boyutları bunlarla sınırlı değil. Yüksek milli gelir düzeyi çoğu zaman kalkınmışlık belirtisi olarak görülse de birçok sosyal olgu bu göstergenin alanı dışarısında kalmaktadır. Milli gelirin nasıl dağıtıldığı en az milli gelir miktarının kendisi kadar önemlidir. Özellikle gelirin pek yüksek olmadığı ülkelerde eşitliğin sağlanması toplumsal huzurun korunması için atılabilecek en büyük adımlardan biridir.
Büyüyen pastadan yalnızca belli bir kesimin kendi payına düşeni alabilmesi, kronikleşmiş sorunlarımızdan biri. Sosyal güvenlik sisteminin zayıf oluşu ve yeterli dağılımı sağlayamaması devletin alternatif yollar üretmedeki başarısız ve gönülsüzlüğü ile birleşince eşitsizliğin azımsanmayacak seviyede olduğu ülkeler arasında yerimizi aldık. Gelir eşitsizliğini ölçmede kullanılan Gini katsayısı verilerine göre Türkiye gelir eşitsizliği konusunda Fas, Nikaragua, Mali ve Gine gibi ülkeler ile aynı sırada. Amerika Birleşik Devletleri ve İngiltere gibi ülkeler gelir eşitsizliği bakımından Türkiye’den farksız değil, ancak kişi başına milli gelir seviyeleri oldukça yüksek. Az önce de belirttiğim gibi, düşük gelirli ülkelerdeki gelir dağılımı eşitsizlikleri yüksek gelirli ülkelerdekine göre daha tehlikeli, daha ayrıştırıcıdır. Bu nedenle sosyoekonomik dengesizliklerin ekonomik anlamda gelişen ülkelerde daha büyük toplumsal sorunlara yol açtığını kabul edebiliriz.
İşin politik boyutunda ise başka faktörler mevcut. Hiç şüphe yok ki bir toplumun politik kültürü demokratikleşme sürecine etki eden temel faktörlerden biri. Yine de bu faktörleri incelemek hiç de kolay değil. Ülkemizde devlet-toplum ilişkilerini ve buna bağlı olarak politik kültürü doğru okuyabilmek için Metin Heper ve Şerif Mardin’in çalışmalarını incelemekte fayda var. Türkiye’deki zayıf sivil toplum ve güçlü devlet geleneği günümüzdeki birçok siyasi olguyu anlamamız için önemli. Devlet ve onun kurumlarının yüzyıllar boyunca toplumun ve bireyin önünde gelmiş olması modern Türkiye’deki siyasi kültürün oluşumunda önemli rol oynamıştır. Bu geleneksel siyasi kültürde hiyerarşik yapılar ve liderler güçlü, sivil toplum ve bireysel oluşumlar zayıf kalmıştır. Diğer yandan askerin siyasete müdahalesi, kalkınma sorunu yaşayan birçok ülkenin ortak kaderi olsa da Türkiye’de askeriye Latin Amerika ve Orda Doğu’dakilerin aksine siyaset sahnesinde daha az kalmayı tercih etmiştir. Birçok gelişmiş ülke geç de olsa askerin yetkisini kalın çizgilerle belirlemiş, kadının ve azınlıkların toplum içerisindeki yerini güçlendirmiş ve hiyerarşik yapıları yıkmayı başarmıştır. Bu, politik kültür konusunda kaderci olmamak gerektiğinin ve önemli sosyal reformlarla birçok şeyin değiştirilebileceğinin bir göstergesidir.
Kalkınmışlığın oturmuş demokratik değerlerle sağlanabileceğine dair genel bir kanı var ve bu kanı oldukça tutarlı görünüyor. Yanlış olan demokratikleşmenin yalnızca siyasi reform ve atılımlarla sağlanabileceği… Demokrasi, bir toplumun siyasi-sosyal-ekonomik hayata bakış şekli doğrultusunda gelişebilecek bir yapıdır. Hiyerarşinin ve eşitsizliğin hakim olduğu toplumlarda demokrasiler temsil sorunuyla karşılaşır, ezilen sınıflar siyaset dahil birçok arenada arka planda kalırlar. Bu nedenle gerçek bir demokrasiye sahip olunması yalnızca etkin bir seçim sistemiyle değil; gelir dağılımının adilleşmesi, kadınların iş gücüne ve yüksek öğretime katılımının teşvik edilmesi gibi diğer faktörlerin yardımıyla da gerçekleşecektir. Bu gelişmeler; toplumun bireyselleşmesi, hiyerarşik yapıların zayıflaması ve sivil toplumun güçlenmesi ile beraber yaşanacaktır.
Son not: Gezi Parkı olayları sonrası başkanlık sistemine geçiş tartışmalarının bir daha asla açılamayacağı, hükümetin sistem değişikliği için yeterli motivasyonu sağlayamayacağı düşünülüyor. Tartışmalara geçilecekse de birkaç nokta üzerinde durmakta fayda var. Haziran başından beri yaşanan olaylar, Türkiye’nin parlamenter sistem ve güçlü bir tek parti hükümeti yönetimi altında iken bile kaosa sürüklenebileceğini gösterdi. Zira böyle bir sistemin, diğer sistemlere göre daha istikrarlı olduğu yazılıp çiziliyordu[2]. Özellikle çok uluslu bir yapısı olan ve belli bir ekonomik seviyeye erişememiş ülkelerde başkanlık sisteminin kolaylıkla iç savaş ve tek adam diktası gibi kaotik durumlara yol açtığı bilinmektedir. Başkanlık sisteminin elbette faydaları da olacaktır ancak büyük resmi görmekte her zaman fayda var.
[1] Ebru Voyvoda ile TÜRKONFED’in ‘Orta Gelir Tuzağından Çıkış: Hangi Türkiye?’ raporu üstüne söyleşi. Faik Uyanık, UNDP (Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı) Türkiye, Yeni Ufuklar, 28 Ocak 2013
[2] A Centripetal Theory of Democratic Governance, Gerring and Thacker (2008)
* Tevfik Murat Yıldırım, Missouri Üniversitesi, Siyaset Bilimi Bölümü.