Çok değil, bundan 10 yıl kadar önce İstiklal Caddesi’nde bir yere oturup caddeyi izleyen biri özellikle hafta sonları en az 3-4 eyleme tanıklık edebilirdi. Bugün ise aynı şeyi Çağlayan’daki İstanbul Adliyesi için söylemek mümkün.
Davaların, mahkemelerin, adliyelerin ülke gündeminde her zaman yeri oldu ancak son yıllarda bu yerde gözle görülür bir artış söz konusu.
15 Temmuz ve OHAL sonrası başka bir “operasyonlar ve davalar furyası” sürecine girdik ancak bundan kısa bir süre önce de KCK, Ergenekon gibi davalarla gelişen başka bir furyanın içindeydik. Yani hukuku hem bir sopa hem bir meşrulaşma aracı olarak kullanma konusunda hiç geri durmadı AKP iktidarı. Ancak bunun da ötesinde insanları adliye önlerine götüren, buralarda toplanmaya, protestolar, eylemler düzenlemeye iten başka pek çok şey oldu. Bu bazen bir kadın cinayeti davası, bazen bir iş cinayeti, bazen bir LGBTİ cinayeti, bazen de polisin öldürdüğü bir yurttaşın davası oldu. Hrant Dink cinayeti davası oldu, KCK davaları oldu, Oda TV davası oldu, sonra Cumhuriyet Gazetesi davası oldu, Cihan Kırmızıgül gibi öğrencilerin yargılandığı tutuklu öğrencilerle dayanışmak üzere inisiyatiflerin kurulmasına neden olacak bir başka furya oldu, Ali İsmail Korkmaz oldu, Soma oldu, Ahmet Yıldız oldu, Torunlar oldu, sonra tutuklu vekillerin davaları oldu sonra akademisyenlerin... Örnekleri sıralamakla bitmeyecek kadar çok dava oldu ve insanlar bu davaları takip ettiler, kamuoyu oluşturmak için basın açıklamaları, eylemler düzenlediler.
Neden adliye önü?
Fotoğraf: Elif Akgül, 24 Kasım 2016. Necmiye Alpay'a Adliye Önünde 70. doğumgünü kutlaması
Adliyeler giderek daha fazla bir araya gelinen mekânlar oldu. Belki adliyeye hiç yolu düşmemiş insanlar için bile adliye uğrak bir yer haline geldi.
Buradan “İnsanlar hangi davalar için adliye önlerine gitmiş” sorusu ile yola çıkarak tabloya biraz daha yukarıdan bakmaya çalıştığımızda ise şunu görüyoruz; insanları adliye önünde toplanmaya iten davaların oluşturduğu belli başlı kategoriler. Bunları, devletin taraf olduğu davalar (siyasi davalar ve polis şiddeti davaları), kadın cinayeti davaları, LGBTİ cinayeti davaları ve iş cinayeti davaları olarak adlandırmak mümkün. Peki, bu kategoriler bize ne söylüyor?
Son dönemlerde görüşleri oldukça ilgi çeken İtalyan düşünür Giorgio Agamben, Austwisch gibi Nazi kamplarında yaşananların nasıl mümkün olabildiği sorusundan yola çıkarak kampın hukuki politik yapısını çiziyor ve bugün iktidar ilişkilerinin nasıl kurulduğunu gözler önüne seriyor.
Agamben kampı “olağanüstü halin/istisna halinin kurala dönüştüğü bir mekân” olarak tanımlıyor. Burada istisna hali ya da olağanüstü hal hukukun askıya alındığı bir hal olarak tezahür ediyor. Bu mekânda olup bitenler artık yasalara bağlı değil. Burada hukuk bir aracı mekanizma değil artık, zira kendi kendisini askıya almış. Bu mekân bir belirsizlik bölgesi... Burada olanlar ve olacak olanlar o mekânda iktidar olan her kimse onun inisiyatifine kalmış. Ve bu mekâna bu özellikleri kazandıran iki özne, iki aktör var. Bunların biri “egemen”, biri “kutsal insan”.
Ne dışındasındır hukukun ne de içinde
Fotoğraf: Beyza Kural, 6 nisan 2016, Adliye'de "Adalet Nöbeti"ne polis saldırısı
Agamben, Carl Schmitt’e referansla bu hukuka askıya alma kararını verenin egemen olduğunu söylüyor. Bir başka deyişle, egemenin egemen olduğu bu kararı aldığı anda ortaya çıkıyor. Egemen, hukuka dayanarak hukuku askıya almasıyla yasaların üzerinde ve dışında bir konuma çıkar. O artık hukukun bir istisnasıdır. Hukukun dışına çıkmış olmakla ve bunu hukuka dayanarak yapmış olmakla, yaptığı ve yapacağı her şey meşrudur.
Kutsal insana gelecek olursak, Agamben Roma hukukunda yer alan bu kavramın günümüzde olup bitenleri anlamaya nasıl yardımcı olacağını gösteriyor. Bu insan, aslında hukukun dışına attığı bir istisna kişi. Tanrılara kurban edilememesi nedeniyle ironik bir şekilde “kutsal” olarak adlandırılan, ancak tam da tanrılara kurban edilemeyecek kadar değersiz olması nedeniyle de öldürülmesi ceza gerektirmeyen bir kişi. Yani bu kişinin ölümü ne bir cinayettir, ne bir kurban etme.
Kampın ana öznesinin hayatı ise çıplak hayattır. Yani tüm kültürel, toplumsal ve politik kimliklerinden ve kişiliğinden sıyrılmış salt bir bedendir.
Yani tüm bu tabloda, hukukun iki zıt ucunda bulunan iki istisna ile karşı karşıyayız. Birisi hukuku askıya alarak hukukun dışına çıkan, yani hukukun kendisi için işlemediği bir egemen; diğeri ise hukukun diğer ucuna atılmış olan-daha doğrusu tam olarak bu sınırda tutulan-, öldürülmesi halinde bile hukukun kendisi için işlemediği bir kutsal insan.
İstisna kurala dönüşürken
Fotoğraf: Beyza Kural, 25 Ağustos 2016, Savcıya ifade veren Eren Keskin'le adliye önünde dayanışma
Tüm bunlar zaten artık açıkça Türkiye’yi anlatıyor gibi. Dahası dünyada olup bitenler de giderek böyle bir noktaya savrulurken, Agamben’in bu görüşlerine başvurmamak pek çok kimse için kaçınılmaz oluyor. Bu da son dönem Agamben üzerine ya da Agamben’in kavramlarına dayanarak yazılan bu kadar metnin ortaya çıkışını açıklıyor.
Bu iki kutupta bulunan iki istisnayı en iyi özetleyen davalardan biri polis şiddeti davaları olsa gerek. Sürekli tekrar eden cezasızlık sonuçları ile gündeme gelen davalarda nasıl ki polisler ceza almıyor ya da çok cüzi cezalar alarak aslında hukukun “normalde” işleyeceği şekilde işlemediği bir egemen oluyorsa, polisin öldürdüğü Dilek Doğan ya da Ali İsmail Korkmaz da öldürülmesi ceza gerektirmeyen (ya da hadi az ceza gerektiren diyelim) bir kutsal insan oluyor.
Ancak “ölümün” temel olduğu bu ilişkiyi yukarıda adı geçen diğer davalarda da görmek mümkün. İş cinayeti davalarında yargılanılmasına izin dahi verilmeyen kamu görevlilerinde olduğu gibi, ya da kadın cinayeti davalarında verilen “haksız tahrik” indirimlerinde olduğu gibi. Her bir hikâyede ortaya çıkan mekânın egemeni ve kutsal insanı hukukun dışında ancak iki zıt ucunda bulunuyor.
Ve tüm bu uygulamalar bir hak ihlali olarak tekrarlanıp duruyor.
İşte tam da bu nedenle, sürekli tekrar eden hak ihlallerinin (yani hukukun işlemezliğinin, yani istisna halinin) kuralara dönüştüğü bir ortamda insanlar, kendilerini adliye önlerinde buluyorlar. Ve bu hak ihlalleri hep belli başlı insanlara karşı tekrar eden rutin bir uygulama, hukukun bu insanlara karşı genel işleyişi haline geliyor.
“Kutsal insan” olmak fıtratımızda var!
Fotoğraf: Tansu Pişkin, 12 Eylül 2017. Prof. İştar Gözaydın'a tanık ifadesindeki toplantı soruldu
Bu iktidar ilişkisini örmekteki başka bir önemli nokta ise yukarıda sözü geçen davaların öznelerinin çıplak hayata indirgenmesi konusu… Özellikle kadın cinayeti ve trans cinayeti davalarında karşımıza çıkıyor bu durum. Pek çok davada gerek avukatlar gerek adliye önünde toplanan insanlar bu davaların toplumsal arka planına dikkat çeken açıklamalar yapıyorlar. Kadınlar “cinskırım” ya da “kadın cinayeti” ifadesinin yasaya girmesi için mücadele ediyorlar. Bir kadın cinayeti davasında “Kadın cinayeti diye bir şey yoktur, cinayet cinayettir” diyebilen bir avukata karşı “kadın cinayeti” denilen olguya neden olan eşitsiz toplumsal cinsiyet ilişkilerine vurgu yapıyorlar. Mahkemeler de bu ilişkileri bizzat kararlarıyla tescilleyerek “tayt giydiği için öldürdüm” diyen katillere “haksız tahrik indirimi” uyguluyor. İşte tam da bu toplumsal ve politik arka planından bağımsızlaştırarak ele alınmaya çalışılmasına, herhangi iki kişi arasında herhangi bir cinayet gibi gösterilmeye çalışılmasına, yani salt bir çıplak hayat meselesi olarak sunulmasına karşı çıkanlar “kadın cinayetleri politiktir”, “trans cinayetleri politiktir” diyerek olan bitenin adını açıkça ortaya koyuyorlar. Öte yandan iktidar da açıkça niyetini ifade ediyor aslında; “kadın erkek eşitliği fıtrata aykırı” ya da “ölüm madenciliğin fıtratında var” açıklamalarında kendini gösteren fıtrat vurgusu ile örneğin.
Yargıdan muaf vatandaş, öldürülmesi cinayet olmayan halk
Fotoğraf: Tansu Pişkin, 6 Nisan 2017. "Berkin Elvan Duruşmasında Mahkeme Bağımsız Davranmadı"
Sözün özü, bugün adliyeler birer kampa dönüşmüş durumda. İçinde yaşananların ağırlığından bağımsız olarak yaşanabilecek en ağır şeylerin yaşanmasının koşullarını hazırlayan ve buraya giden yolun taşlarını döşeyen bir hukuki politik yapı olarak kamptan söz ediyoruz.
Agamben bunu şöyle ifade ediyor: “Kampın temeli, istisna halinin gerçekleşmesi ve sonuç olarak çıplak hayat için böyle bir mekânın yaratılmasına dayanıyorsa, içinde işlenen suçların doğasından, mekânın mahiyetinden ve kendine özgü fiziksel yapısından bağımsız olarak, aslında böyle bir yapının kurulduğu her an bir kampla karşı karşıya olduğumuzu kabul etmek zorundayız.”
Davalara konu olan insanlar da adliye önlerinde buluşan bizler de hukukun dışına itilmiş, hukukun bizler için işlemesi gereken, yani bizzat hukukun kendisinin işleyeceğini söylediği ve yasalarla taahhüt ettiği şekilde işlemediği bir kampın özneleriyiz. Yine bizzat hukukun kendisinin bizler için işlemediğini ve işlemeyeceğini söylediği bir durumla da karşı karşıyayız. Yakın zamanda çıkmış olan ve darbeyi engelleyen sivillere yargı muafiyeti getiren KHK ile artık adlı adınca ifade edildiği gibi bugün neredeyse kampa dönüşen bir ülkenin öldürülmesi ceza gerektirmeyen, tanrılara kurban dahi edilemeyecek kadar değersiz “kutsal insan”larıyız. Yani her yurttaş bu kutsal insana dönüşme potansiyelini taşıyor. Olağanüstü halin alametifarikası olan kendi kendisini askıya almış olan bir hukukla, yani hukuka dayalı bir hukuksuzlukla, bir keyfilik ve belirsizlik haline bağlı bir şekilde işleyen bir düzenin özneleriyiz.
Mümkünlerin kıyısında
Fotoğraf: Beyza Kural, 11 Ocak 2017, Şebnem Korur Fincancı, Erol Önderoğlu, Erdem Gül ve Enis Berberoğlu davası.
Agamben “anlamı olmadan yürürlükte olan” bu hukukun işleyişini şu sözlerle açıklar:
“Anlamı olmadan yürürlükte olan bir hukuk altında yaşanan bir hayat istisna durumunda yaşanan bir hayata benziyor. Burada hukuk içerikten tamamen yoksun olmasının karşısında hayatı her tarafından kuşatmıştır ve yanlışlıkla çalacağınız bir kapı sizi sonu gelmez mahkeme celselerine taşıyabilir. İçeriğini yitirmiş bir yasa artık yok olmuş ve hayattan ayrılmaz bir hale gelmiştir.”
Hayattan ayrılamaz hale gelen bu hukuk karşısında ne yapabileceğimizin yanıtı da yine burada yatıyordur belki. Hukuk, hayatımızın bu kadar içine giren, yolu adliyeye düşmemişleri adliyelere getiren, hukukla ilgili bir işi gücü olmayan bir insanın bile hukuk bilgisi ile donanmasını sağlayan bir hukuksa, buradan hayatımızı kuşatan değil, ancak hayatımızın parçası olan bir hukuka da kapı açılabilir. Adliye önlerindeki bu insanlar biraz da bunun için oradadırlar belki; o kapıyı zorlamak, başka bir hukuk talep etmek ve olabileceğini göstermek için. Olağanüstü halde bile, başka bir olağanüstülüğün, başka bir hukukun mümkün olduğunu dillendirmek için. (RY/HK)
Kaynak: Giorgio Agamben, Kutsal İnsan: Egemen İktidar ve Çıplak Hayat, Ayrıntı Yayınları, 2013.